Gazze’de yaşananlar, tüm uluslararası sistemi kaosa sürüklemiş durumda. Uluslararası alandaki kaos dönemlerinin, “direnme gücü düşük” ülkelerin milli çıkarlarında en çok taviz verdiği dönemler olageldi.
Ne yazık ki Türkiye bu kaosa olabilecek en sıkıntılı durumda yakalandı; Ekonomik kriz devam ediyor; Beş yılda beşinci beş kez Merkez Bankası Başkanı atanması ise, krizin yakın zamanda çözülmesi konusunda ışık vermiyor.
Dış politikadaki keskin dönüşler ülkeyi “öngörülemez” bir konuma itti.
Hukuk devleti olmak iddiası ise, Anayasa Mahkemesi’nin düşürüldüğü durum nedeniyle hepten yok olmaya doğru ilerliyor. Türkiye’de AK Parti hükümetinin de, Azerbaycan’da Aliyev yönetiminin yaptığını yapıp, uluslararası yargı yükünden kurtulmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden de, Avrupa Konseyi’nden de “çekilme olasılığı” tartışılır hale geldi.
BATI’DAN TAVİZ BEKLENTİSİ
Türkiye’nin, NATO’nun İsveç’i alacak şekilde genişleme sürecinde izlediği politika, dışarıdan gelecek “salvolara” direncinin pek de yüksek olmadığını ortaya koymuş durumda. Aksi halde, ABD yakın tarihte Türkiye ile Yunanistan’a yardım ve silah satışında hep gözettiği “10’a 7” sistemini bir kenara bırakıp, Atina’ya 5. nesil savaş uçağı F-35 satış sözü verirken, Türkiye için -o da binbir zorlukla- 4. nesil F-16 satışını masaya koyar mıydı? Üstelik, NATO’nun genişlemesine onay vermek için açılan uluslararası pazarlıkta Türkiye’nin en başta ortaya koyduğu isteklerin hemen hiçbirini elde edememiş olması da bu süreçte göze batan en büyük unsur oldu.
Böyle bir ortamda önümüzdeki dönemde Türkiye’ye Batı’dan gelecek “salvolara” dikkat etmek gerek.
ABD’nin beklentisinin Ortadoğu’da olacağını tahmin etmek güç değil; Gazze kaosuna ilk günlerde “doğrudan taraf olmayan” ABD yönetimi, Yemen’deki İran destekli Husiler’in Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı’nı saldırılarla uluslararası ticarete kapatmaları ile çatışma ortamına dahil oldu. Yine de temkinli giden Washington yönetimi, ilk adım olarak “tek başına değil”, uluslararası bir koalisyonla hareket etmeyi seçti.
Ancak bu tutum da işe yaramadı; İran’ın Irak ve Suriye’deki milis güçleri bölgedeki Amerikan hedeflerine saldırınca, ABD bu kez tek başına, Irak ve Suriye’deki hedefleri vurdu. Böylece
Washington yönetimi Ortadoğu’daki çatışma ortamının “doğrudan tarafı” haline geldi.
Bölgedeki çatışma ortamı giderek ABD ile İran’ı doğrudan karşı karşıya getirecek şekilde ilerliyor.
Washington yönetimi İran’a karşı bölgede bir “uluslararası destek ağı” kullanmak isteyebilir.
Nitekim çatışma ortamının tam ortasında kalan Ürdün bu açıdan ilk “hedef ülke” gibi görünüyor. Ürdün Kralı da vehametin farkında olmalı ki, vurulan ABD üssünün kendi topraklarında olmadığını, ya da Amerikalılar’ın Irak ve Suriye’ye yaptıkları saldırılarda hiçbir rol oynamadığını vurgulamak için, açıklama üzerine açıklama yapıyor.
Ürdün’den sonra, Ortadoğu kaosuna çekilecek ülkeler listesinde Türkiye’nin de olması kaçınılmaz gibi. Son dönemde ABD’nin Türkiye ile ilişkileri normalleştirme çabasını bir de bu açıdan okumak gerek; İran’a karşı olası bir koalisyonda Ankara’yı kaybetmek istemez Washington yönetimi.
AB’DEN KIBRIS SALVOSU
Avrupa Birliği ise Türkiye’ye yönelik olası “salvonun” ilk işaretini verdi bile; AB Dışişleri Bakanları toplantısında “Türkiye ile ilişkiler yakınlaştırılmalı” denirken, yanına hemen “Kıbrıs şartı” koyuluverdi.
Aynı toplantıda Türkiye ile “yakınlaşmak” adına alınan bir “davet” kararı ise ardından büyük bir “tuzak” barındırıyor;
2004’te Kıbrıs’ta yapılan Annan planı referandumlarında Rumlar’ın “hayır”, Türkler’in ise “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumlar’ın “ödüllendirilircesine” üye yapıldıkları unutulmamalı. Şimdi Türkiye Cumhurbaşkanı, Rumlar’ın hiçbir kural tanımadan, verilen sözler tutulmadan AB’ye dahil edilmesinin 20. yıldönümünün kutlanacağı özel zirveye davet ediliyor.
Sayın Cumhurbaşkanı, gitmeyin o zirveye…