Bağımsız medyanın “düşüşüyle” birlikte, Batı’da ülkelerini sonsuz yetkilerle yönetmek isteyen popülist siyasetçiler, şimdi de gözlerini mahkemelere dikmiş durumdalar. Trump yönetimi, sadece kendi ülkesindeki bağımsız yargıya değil uluslararası yargıya da “bayrak açmış” durumda. Türkiye’de ise sağ ya da sol, Kürt ya da Türk, muhalefet siyasetçileri de mahkemelerden- ya da cezaevinden- çıkamıyor bugünlerde…
Batı dünyası İkinci Dünya Savaşı ile birlikte demokrasilerin “ilkbaharını” yaşadı. Birbirinden bağımsız üç ayak; yasama, yürütme ve yargı üzerine kurulu yönetim sistemleri Batı yarımkürede yaşayan insanların dünya refah payının büyük bölümünü elde etmesinin önünü açtı. Hâlâ da öyle...
Bir de demokrasinin üç temel ayağı olan erklere bağımsız medya eklendi ki, sadece üç erk birbirini denetlemekle kalmasın; bir de halk adına gazeteciler de bu denetimde görev alsın...
Sistem 70 yıl işlese de, şimdilerde “demokrasilerin sonbaharının” geldiğine ilişkin tüm işaretler mevcut.
İLK KURBAN; BAĞIMSIZ MEDYA
İlk kurban verilen bağımsız medya oldu. Medyanın gücü üzerinden kimi zaman zenginliklerini arttırmak, kimi zaman da siyasi güç devşirmek isteyen aktörler, bulundukları ülkede medya tekelleşmesinin önünü açtılar. İlk akla gelen örnek, İtalya gibi güçlü bir demokraside medya gücüyle başbakanlığa kadar erişen Berlusconi… Bir başkası, hem ABD’de hem de İngiltere’de sahip olduğu medya organları üzerinden bir dönem siyaseti etkileme gücüne erişen Rupert Murdoch…
Bir de elbette ülkelerindeki demokrasiden nasibini almamış rejimler dolayısıyla yıllarca Batı medyasının hedef tahtasında yer alan zengin Körfez Araplarının attığı medya sahipliği adımları var. ABD ve İngiltere’de teker teker saygın gazete ya da televizyonları petrol/doğalgaz paralarıyla satın alan Arap saltanat aileleri, bunun yetmediği yerlerde yine ellerindeki neredeyse sonsuz sermayeyi kullanıp kendi medya organlarını kurdular. Böylece hem ülkelerindeki insan hakları ihlallerine yönelik Batı’daki yoğun eleştiriyi bertaraf edip hem de küresel siyaseti etkilemeye başladılar. Katar’ın kurduğu El Cezire televizyonu da bunun en iyi örneği.
ŞİMDİ SIRADA MAHKEMELER VAR...
Bağımsız medyanın “düşüşüyle” birlikte, Batı’da ülkelerini sonsuz yetkilerle yönetmek isteyen popülist siyasetçiler, şimdi de gözlerini mahkemelere dikmiş durumdalar. ABD’de ilk başkanlık döneminin ardından başı mahkemelerle dertten kurtulmayan Donald Trump, ikinci kez göreve gelir gelmez Amerikan yargısına karşı tavır almış görünüyor.
ABD’de hâlâ büyük ölçüde bağımsız olan yargı ise, Trump’ın temel insan haklarını zorlayan icraatine karşı hâlâ direnmeye çalışıyor. Ancak yargı süreçleri uzun ve meşakkatli, Trump’ın “başkanlık kararnameleri” ise anında yürürlüğe giriyor. Sonra gelsin temyiz süreci, temyizin temyizi, hatta Yüksek Mahkeme başvuruları...
Üstelik Amerikan Yüksek Mahkemesi de ilk döneminde yine Trump tarafından atanmış yüksek hakimler nedeniyle “muhafazakar bir kale” haline geldiğinden, burada da popülizmin kazanması kaçınılmaz duruyor.
TRUMP’DAN İSRAİL YARGISINA “ÇAĞRI”...
Trump yönetimi sadece kendi ülkesindeki bağımsız yargıya değil, uluslararası yargıya da “bayrak açmış” durumda; Washington’dan hemen her gün İsrail aleyhine yürütülen dava süreci nedeniyle BM çatısı altındaki Uluslararası Ceza Mahkemesi savcı ve hakimlerine karşı “yaptırım tehditleri” duyuluyor. Bitmedi; Trump bizzat İsrail yargısına da el atmaya kararlı görünüyor. Yolsuzluk iddiaları nedeniyle yargılanan İsrail Başbakanı Netanyahu hakkındaki davaların da “bitirilmesi” çağrısı yapıp Trump, bakın neler dedi:
“İsrail Başbakanı nasıl olur da bütün gün bir mahkeme salonunda oturmaya zorlanabilir. Bu, benim katlanmak zorunda kaldığım cadı avına çok benzeyen siyasi bir cadı avı...”
Bitmedi; Netanyahu’yu “savaş kahramanı” ilan eden Trump, İsrail Başbakanı’nın “İran’ın nükleer tehdidinden kurtulmak için ABD ile birlikte çalışarak harika bir iş çıkardığını” savundu ve ekledi:
“Kontrolden çıkmış savcıların Netanyahu’ya yaptıkları deliliktir. Başbakan Bibi Netanyahu’nun dümende olduğu büyük bir zafer kazandık. Ve bu dava, zaferimizi gölgeliyor. Bibi’yi rahat bırakın. Yapması gereken büyük bir iş var...”
Trump’ın İsrail yargısına “müdahale edip”, Netanyahu’yu kurtarma çabası, sadece İsrail Başbakanı’na duyduğu büyük “sevgi ve saygıdan” kaynaklanmıyor elbette; ABD Başkanı’nın öncelikli gündemi, Amerikan Kongresi’nden “Harika, güzel yasa” dediği vergi kesintilerine ilişkin tasarıyı geçirmek. Her ne kadar Trump’ın da mensubu olduğu Cumhuriyetçi Parti ABD Kongresi’nde hem Senato, hem de Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğa sahip de olsa da, her zaman bir “yol kazası” mümkün. Bu nedenle İsrail Başbakanı Netanyahu’nun etkili olduğu ABD’deki Yahudi lobisini “hoş tutmak” gerek elbette.
NETANYAHU DAVASI NEDEN ERTELENDİ?
İlginçtir; Trump’ın çağrısı nedeniyle olmasa da, Netanyahu hakkında bu hafta görülmesi planlanan yolsuzluk davası mahkeme kararıyla iki hafta ertelendi.
Ertelemeyi ifade vermesi gereken Netanyahu, “bölgesel gelişmeleri” bahane ederek bizzat istedi. Üstelik bir de araya Mossad başkanını soktu. Gizli Servis’in başkanı mahkemeye kadar gidip, davaya bakan hakimlere brifing verdi ve hemen ardından mahkemenin erteleme kararı geldi.
Belli ki İsrail yine bir şeyler peşinde… Ya İran’a saldırı ya Şii Hilali’ne yeni bir operasyon ya Gazze’de yine bir kan gölü ya da Suriye’deki yeni rejimle barışma adımı… Kimse bilmiyor ama belli ki ne olacaksa, iki hafta içinde olacak.
MACARİSTAN’DA VE TÜRKİYE’DE DURUM
Avrupa’da da demokratik açıdan durum farklı değil. Daha geçen hafta anayasal bir hak olan barışçı gösteri yürüyüşü, “demokratik” bir Avrupa ülkesi hükümeti tarafından “yasak” haline getirildi. Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın başkanlığındaki hükümet, Budapeşte’de yapılacak Onur Yürüyüşü’nü yasaklama kararı aldı. Ancak halk bu yasağı dinlemeyince, Budapeşte’de bu yılki Onur Yürüyüşü hiç olmadığı kadar kalabalık bir katılımla gerçekleşti.
Türkiye’de ise yılların getirdiği “polis ve yargı tecrübesi” nedeniyle olsa gerek, bu yıl yapılacak Onur Haftası etkinlikleri Budapeşte’deki yürüyüşle kıyaslanmayacak kadar cılız geçti. Ancak bu bile Türkiye’deki yargı/ polis sürecine takılmadan edemedi. Parklarda yapılan küçük toplantılara ve konuşmalara bile polis müdahalesinden gözaltılara, hatta Kaos GL’nin internet sitesinin yasaklanmasına kadar pek çok adımla, Onur etkinlikleri Türkiye’de “görünmez” kılınmaya çalışıldı.
TÜRKİYE’DE MUHALEFET MAHKEMEDEN ÇIKAMIYOR
Türkiye’de sağ ya da sol, Kürt ya da Türk, muhalefet siyasetçileri de mahkemelerden- ya da cezaevinden- çıkamıyor bugünlerde…
CHP’ye açılan kurultay iptal davasından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerine karşı birbiri ardına açılan davalara; sağ cenahta siyaset yapan Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ’ın tutuklanması; yaklaşık beş ay cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edilmiş olsa da hakkında verilmiş olan hapis cezasına; ve elbette başta AİHM kararlarına rağmen hâlâ tahliye edilmeyen eski HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve HDP-DEM Partili siyasetçilerin, biri bitip diğeri başlayan dava ve hapishane süreçlerine kadar eş zamanlı olarak pek çok yargı süreci devam ediyor.
Bunları haberleştiren, herhangi bir şekilde hükümeti ya da yargı kararlarını eleştiren gazetecilerin tutuklanmalarının, onları savunacak avukatların da hapse atılmalarının artık Türkiye’de “hayatın olağan akışı” haline geldiğini de eklemek gerek.
Batı demokrasileri de, refahı da “sonbahara” girmiş durumda. Ve kötü haber;
Amerikalı yazar George RR Martin’in destansı “Buz ve Ateşin Şarkısı” roman serisindeki slogan, gerçek hayata da taşınmak üzere;
“Winter is coming...” Kış gelmek üzere...