Spora farklı açıdan bakmaya ne dersiniz? Daha içeriden ve daha içten. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin bilindik olmadığı, özgün bir pencereden bahsediyorum. Aileden eskrim sporcusu İrem Karamete açıyor sizler için bu pencereyi. Deneyimlerinden yola çıkarak, yaşadıklarını, öğrendiklerini, hissettiklerini, yaptıklarını, yapamadıklarını samimiyetle paylaşıyor, Bir Olimpiyat Sporcusunun Derin Yolculuğu adını verdiği kitabında. Her ne kadar ‘sporcu el kitabı’ hedefiyle hazırlasa da inanın çok daha fazlası var eserinin içinde. Hem de çok fazlası.
Güne erken başlamak, alışkanlıklarım arasındadır. O gün, güneşin doğmasına yakın, ofiste masa düzenlemesi yaparken tesadüfen elime geçen, açılmamış gönderi paketindeki bir kitap ilgimi çekti. İçindeki not kağıdında el yazısıyla aktarılanlar, kitabın geç elime ulaşması karşısındaki mahcubiyetimi daha da artırdı.
Samimiyetle kaleme alınan not kağıdında, “Ben İrem Karamete” diyordu, yazan. “32 yıl aradan sonra ülkemizi eskrimde iki kez temsil eden ilk sporcuyum…Bu kitap, ülkemizde aktif spor yaşamı süresince olimpik bir kadın sporcu tarafından yazılan ilk kitaptır” cümlelerinin ardından, “Sporun yalnızca madalya ve başarılarla değil, çok daha derin bir yolculukla şekillendiğini anlatmak istedim…Bu kitap, bir anılar dizisinden çok bir “sporcu el kitabı” oldu ve yıllarca verdiğim emeği bir vatan borcu olarak gördüm” ifadeleri vardı.
Öncelikle bir ay kadar gecikmeli elime geçen kitabı ile ilgili üzüntümü ifade etmeliydim, bu anlamlı cümlelerin sahibine.
E-posta mesajıma, “…Gönderimde bulunarak beni onurlandırdığın kitabın, mesaiye hazırlandığım sıra radyodan gelen bir İtalyan bestecinin müziğine eşliğinde dalıp gitmişken, tesadüfen elime geçti…Borusan Klasik'te çalan, kulağıma ve bana iyi gelen çello sonatı, baktım Giuseppe Maria Jacchini'ye aitmiş. Kitabına gecikmeli dokunmuş olmamda bir anlam mı var diyerek, radyo kanalından Google'a geçtim, İtalyan besteciyle ilgili bilgilere göz attım. Ağırlıklı çelloya vurgun bir sanatçı. Tekli besteler yaptığı bu değerli enstrümanı müzikseverlerle daha fazla tanıştırma gayreti içinde olmuş, yaşamında. Tıpkı senin eskrime adanmış ömrün gibi…” tümcelerini aktardım.
O anlardan sonra kapağını yanda gördüğünüz kitap, uzun süre meşguliyetim oldu. Alışkanlık olmamasına karşın, bazı cümlelerini altını çizerek okudum bir sporcunun, sporu, kendi spor yaşamı üzerinden samimiyetle sorgulayan Bir Olimpiyat Sporcusunun Derin Yolculuğu adlı kitabını.
Bir bölümde, benim de uzun yıllardır ikilemde kaldığım bir konuya değiniyordu Karamete. Sporda başarı neydi tam olarak? Veya tersten sormak isterim, ne değildi?
Önce sizlere kendi duygularımı ifade etmeme izin verin, birkaç satır ile bu konuda. Tek başına madalya veya kupaya endeskli yürüyor başarı kriteri, günümüzde. Tüm dünyada mı böyle yoksa ülkemize has bir tutum mu tam bilemiyorum. Ancak, ikincilik, üçüncülük kürsüsü dahi yetmiyor çoğumuza. İlle de birincilik, o da gelse bu kez sporcudan daimi birincilikler bekliyoruz. Her sene Avrupa, dünya, olimpiyat şampiyonu olsun istiyoruz, gerçekleşmeyince hayal kırıklığımızın ölçüsü büyük oluyor. Takım sporlarında da durum aynı. Koca koca ülkelere kafa tutan futbolcularımızı, voleybolcularımızı, basketbolcularımızı düşünüyorum, art arda kazanılan maçlar unutuluyor, kaybedilen karşılaşma üzerinden eleştiri yağmuruna tutuyoruz. Oysa sporda başarı tek bir kriter üzerinden tarif edilmemeli. Bir kültüre hizmet etmesi, teşvik edici, cezbedici unsurlar taşıması öncelik taşımalı zihinlerde.
Dünya ve olimpiyat şampiyonu, sporcumuzun antrenörlüğünü de uzun yıllar yapan Andrea Baldini, kitabın giriş yazısında sorumuza, İrem Karateke üzerinden şu açılımı getiriyor:
“İrem, sekiz sene boyunca birçok yenilgi yaşadı. Ancak kazanmanın yaşamsal olduğu en kritik anlarda, başarmak için gücü hep bir şekilde buldu. Bana gerçek gücün yalnızca başarılarda değil, düşüşlere rağmen ayağa kalkıp mücadeleye devam etme yetisinde ölçüldüğünü gösterdi”.
İrem Karateke de son derece yerinde tespitlerle ‘başarı’yı kendi terazisinin ölçüsüne koyuyor. “Sporda başarısızlığı kabul etmek en büyük başarıdır” diyor örneğin. “Sporculuk kariyerimde kendimi en başarısız hissettiğim anlar, beklediğim performansı gösteremediğim günün sonunda, verdiğim tepkileri kontrol edememem oldu” sözlerini, okuruyla birlikte kendisine de bir kez daha hatırlatıyor.
Ve, Michael Jordan’ın dediklerini aktarıyor:
“Kariyerim boyunca 9000’den fazla şut kaçırdım. Neredeyse 300 maç kaybettim. 26 kez, kazandıran şutu kaçırdım. Hayatımda defalarca ve defalarca başarısız oldum”.
Karamete de benim gibi sporun kültürel yönüne dikkat çekerken, “Ne çok severim etrafta koşan ve bisiklete binen yaşlılar görmek. Kültürel faktörler benim için bir “doz”luk ilaçtan çok daha fazlasıdır” sözlerine sığınıyor.
Zihnimizden geçen başka konu başlıklarına, çelişkilere de ışık tutuyor kitap, yazarının engin deneyiminden ve gözlem gücünden yararlanarak. Örneğin hepimiz spor sonrası sporcunun yaşamını merak ederiz. Çocukluk çağlardan itibaren sabah akşam, saatler süren antrenmanlar ve karşılaşmalar, bir insanın hayatının tüm aktif zamanlarını kapsar. Sosyal hayat, beslenme kısıtlanır, antrenman tüm yaşamın önüne geçer. Bu kısıtlamaların hapsinde geçen süreçlerin ardından, üst düzeyde yapılan sportif faaliyetler henüz gençlik çağlarında denebilecek dönemlerde, sona erer. Aktif spor biter. Onlar sporu bırakmak istemese dahi, üst düzeyde yürütülecek spor, sporcuyu bırakır henüz 30’lu yaşlar bitmeden. Bu acıtıcı konuya şöyle yorum getiriyor Karamete:
“Profesyonel spor yaşamının noktalanması, bir son değil, yeni bir yaşamın başlangıcı. Bu bir fırsat. 20 senelik bir iş hayatından sonra hangi insan yeni bir işe başlama fırsatı yakalayabilir? Çok azımız… Sporculuk öyle bir meslek ki yaşamının neredeyse yarısında yeni bir insan olma olanağı verir”.
Ne hoş bir bakış açısı.
“Ben sadece sporcu olmakla kalmadım, farklı kültürleri keşfetmiş bir birey oldum” diyen İrem Karamete, bana çok iyi gelen, sizi de memnun edeceğini düşündüğüm anlamlı bir faaliyetini şöyle anlatıyor:
“Yeni yolculuğumun ilk adımını Andrea ile 2024 yazında, eskrimin adının bile anılmadığı, 1200 dolar kişi başı gelirle, dünyanın en yoksul 15 ülkesi arasında yen alan Tanzanya’da, anne babası olmayan çocuklara eskrimi tanıtarak attım. Onlara eskrimin ne olduğunu anlatmak, ilk defa duydukları bu sporla onları tanıştırmak, bizim için inanılmaz bir deneyimdi. Ellerine eskrim flöresi ve maskesi verdikten sonra mutluluklarını görmeliydiniz. Çocuklar çığlık atıyordu…”.
Kitap, eskrim sporundan, en üstün madalyaları alan sporcusuna, sporun kısıtladıklarına, kattıklarına, antrenmanlara, hocalara, kamplara, sponsorun kimler olması gerektiğinden, cinsel tacizlere, sporcu tuzaklarına, kulüp seçimine, sakatlıklara, geri dönüşlere, ameliyatlara, engelli sporculara, hamile sporculara, mülteci sporculara, mutluluğa açılan yolculuklara ve daha fazlasına uzanıyor.
Okurunu İrem Karamete ile birlikte sporu farklı bir açıdan “okumaya” götürüyor.
ABD’deki Yırtıcı Kaplan Ebeveyn’ler
Herkes sporda başarılı olmak zorunda değil diyor İrem Karamete. Ona göre küçük yaşta bir çocuğun spor yapması geleceğe bir yatırım olarak düşünülmeli, sağlıklı bir çocukluk geçirmesi ve bunu spor sayesinde zenginleştirmesi önem taşımalı. Yurt dışı gözlemlerine dayanarak aktardığına göre, ABD’de hırslı anne babalara “Tiger Parents” (Yırtıcı Kaplan Ebeveyn) deniyormuş. Tiger Parents aileler daha çok Çin asıllı ABD’lilerden çıkıyormuş. Bu durumun başarılı bir sporcunun üniversite yaşamının ücretsiz olması dolayısıyla tercih edildiğinden bahsederek, çocukların eskrim ayak hareketleri molasında ev ödevi yaptıklarını, antrenmanlarda arkadaşı ile konuşan 18 yaşındaki çocuklarını anneleri tarafından uyarıldıklarını, molalarda çocuklara ebeveynleri tarafından biberonla su verildiğini, dersi erken bitiren antrenörün yine anne babalar tarafından azarladıklarını aktarıyor.
“Tüm bunlar yaşanırken, bugün ABD flöre takımının neredeyse tamamı Çin asıllı ABD’li. Fakat iletişim ve sosyal ilişkileri çok zayıf sporcuların. Çoğu, göz teması kurmaktan çekiniyor” diyor Karamete ve soruyor?
“Siz bir anne baba olarak neyi yeğlersiniz?”
Türkiye’nin sporcularının ise üniversite yaşına gelince kıstıkları alanın sporculuk yaşamı olduğunu kaydeden Karamete, kendisinin bu durumu tersine, bir fırsata dönüştürdüğünü şöyle aktarıyor:
“Özyeğin Üniversitesi’nde Mühendislik Fakültesi’nde okuyordum. Burası spora önem veren bir üniversiteydi. Kurucusu Hüsnü Özyeğin, Rektör Erhan Erkut hoca ve spor müdürü Önder Atahan hocanın desteği olmadan, bu okulu bitirmem zor olurdu…Evim ile antrenman yerimin arası iki saat iken, bu üniversite sayesinde süre bir anda yirmi dakikaya düştü. Çünkü evimden üniversitedeki yurda taşındım. Bunun spor kariyerimin kalitesini ne denli artırdığını tahmin edemezsiniz”.