İnsanoğlunun seyyar olabilme kabiliyetini kazandığı antik dönemlerden günümüze Anadolu, dünyanın en büyük göç yolu oldu. Bazen yeni keşifler için, çoğu zaman da zaruretlerden çıkılan yolculuklarda köprü görevi üstlendiği gibi geçici veya kalıcı yuva da oldu, insanlığa. Geçtiğimiz 24 Temmuz’da 102’nci yılını geride bırakan Lozan Barış Antlaşması’nda yapılan ek sözleşme uyarınca devreye alınan Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, Anadolu göç tarihinde de iki halkın zihin arşivinde de özel bir yerde duruyor. Fethiye’den, Rodos’a kalkan İDO feribotunda okuduğum bir kitap, kökleri Selanik’te olan, memleket olarak Sinop’u yaşayan bana muhacirlik üzerinden seslendi. Beni Rahat Bırak, Bosna savaşında eşi ve çocuğunu yitiren, göçmen bir ressamın yeni hayatıyla kurmaya çalıştığı dengeyi konu ediyor. Kitap çarpıcı öyküsü kadar iyi kurgusu ile de övgüyü hak ediyor.
Hayli sıcak bir sabah vakti, Fethiye’den kalkan bir feribottayım. İstanbul Deniz Otobüsleri’nin (İDO) başlattığı Ege adaları seferlerinden olan Fethiye-Rodos güzergahı için bir saat 50 dakika sürecek deniz yolculuğu olanca sakinliğiyle devam ediyor. Seyahat için planladığım kitabı okumak için seçtiğim herhangi bir koltukta, telaşsız ortama ayak uydurma hevesindeyim. Biletler, numaraya göre olmadığından, istediğim koltuğa yerleştiğim İDO feribotu, tahminimden daha sessiz yol alırken, içimi aydınlatan maviliğin ortasında, kitabıma uzanıyorum.
Gazeteci-yazar Zehra Güngör’ün Patetik Sonat’tan sonra bir yıl içinde çıkan ikinci kitabı, Alakarga Yayınları tarafından yayımlanan Beni Rahat Bırak, listemde ilk sırada idi. İncelerken dikkatimi ebatı çekmişti. Küçük boyutuyla, kolay kavranıyor, elde rahat tutuluyordu. Yolculuklar için idealdi. Tutuş kolaylığı sağladığından, ‘Tüm kitaplar böyle mi olmalı, acaba?!’ dedirtiyordu insana.
‘Topraklarında rahat bırakılmayanlar’a adanan kitap, kahramanlarının ağzından bölümleştirilen yönüyle de farklı yazım tekniğine sahip. Öykü bir köyde geçiyor. Kitabın kahramanları köyde yaşananları, ağırlıklı bir aileye ilişkin düşüncelerini kendi dillerinden aktarıyor okura. Kitapta yer alan isimlerin anlatımlarıyla, hemen hemen 24 saat süren bir sünnet düğünü etrafında şekilleniyor gelişmeler ve düşünceler. Kitabın ana teması ise ülkemiz topraklarının çok aşina olduğu çok kültürlülük ve göçmenlik…
Türkiye’den, Yunanistan’a giderken, içinde göçmenliğin geçtiği bir kitabı okumak çok manidar geliyor bana. Selanik göçmeni ‘muhacir’ bir çiftin torunu olarak dünyaya gelmişim. Ayrı ayrı geldikleri Sinop'un Gerze ilçesinde evlenen anneannem ve dedem, 10-12 yaşlarından hatırda kalanları anlatmaktan çok, muhacir olmanın önceliklerini yaşarlardı. Evleri muhakkak olmalıydı, bahçeli. Toprağın her karışı ekilmeli, mutfağın ihtiyaçları bahçeden karşılanmalıydı. Tutumlu olunmalıydı ve çok çalışılmalıydı. En çok da annemin, dayılarım ve teyzelerimin, yaşamadıkları Selanik’teki köylerine yönelik hassasiyetleri şaşırtırdı beni. Hiç görmedikleri memleketlerine ilişkin kırıntı kırıntı halindeki bilgileri zihinlerinde canlandırdıkları kadarıyla anlatmaya çalışırlardı. Onlar için unutulmaması lazım gelen sırlardı belki veya kuşaklara intikal ettirilen kültürel mirastı anlattıkları… İlk Selanik seyahatimin dönüşünde yanımda getirdiğim bir miktar toprağı gönderdiğim her biri 80’in üstünde başı bağlı muhacir kadınlarının, ata mezarları başında törensel bir ayin düzenledikleri anlatılmıştı. Mukaddes bir anlam içeriyordu hiç kuşkusuz bir avuç vatan toprağını gözyaşları eşliğinde anne babalarının mezarlarına serpişleri.
Bilir misiniz, Balkan toprakları Avrupa’nın çiftçiliği ilk keşfeden bölgesi olarak anılır. Bereketli topraklarında yapılan tarımın, kıtanın batısına doğru yayıldığı yazılıdır tarih kitaplarında. Trakya bölgesinde ilk ayçiçeği üretimi de yine ülkemize gelen Balkan göçmenleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Muhacirlerin toprağa düşkünlüklerini, bir karış da olsa ekilmesi gerektiğini dedem ve anneannemden miras, annem Zehra Çolak’tan öğrendiğimde henüz çift rakamlı yaşlarda değildim. 92 yaşını yaşayan validemin, temellerine alınterini döktüğü evinin bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerle konuşmasını halen hayretle izlerim.
Bosna Hersek savaşını sona erdiren Dayton Barışı’yla gelen buruk sevincin ilk haftalarıydı. Savaşın en yaralı kenti Saraybosna’da eşlik ettiğim gezide, çatışmaların azgın zamanlarını yaşayan dost bir gazetecinin cümlesi şöyleydi: “Bu savaş, aynı ülke çatısı altında yaşadıkları dönemlerde, askerlik görevi verilen Sırplarla, sanatçı kimlikleriyle öne çıkan Bosnalıların savaşıdır” demişti… Aynı gezide, Bosna insanının sıcaklığına, Türkiye’ye olan düşkünlüğüne, çatışmalarda dahi yaşamlarından eksiltmedikleri ‘uzun yürüyüş’lerine şahitlik edecektim. Rodos yolunda okuduğum kitabın baş kahramanı da Bosnalı. Acısı dinmeyecek Sırp saldırılarında eşi ve çocuğu katledilen, göçüp geldiği Türkiye’de yeni eşi ve oğlu ile kurduğu yeni hayatında eksiltmeye çalıştığı travmalarını yaşayan bir baba olarak karşımızda…
Fethiye’den Rodos’a, güven ve sukunet vaadeden feribot yolculuğumuzun sonuna geldiğimizde karşımızda Ege’nin karşı değil, yan yakası duruyordu. 24 saatle sınırlı misafirliğimizde, komşularına sıcak ev sahipliği sunan meşhur 12 adanın en büyüğü Rodos’ta, Yunanistan’ınkilerden daha az olmayan Osmanlı ve Türkiye izlerini görüp dinleyecektik, ufukta görünen Datça’dan Marmaris’e, Fethiye’ye uzanan silüet eşliğinde.
Dönüş yolculuğumuz da tıpkı gidiş gibiydi. Beni Rahat Bırak kitabının kalan bölümleri eşliğinde, Bosnalı kahramanın öyküsü gibi son 24 saatimde sahici bir yolculuğa çıkmıştım. Yaşama akan öğütlerle biten son satırların etkisinde, ister 24 saat, ister yıllarca sürsün, yolculukların hep umuttan beslendiğine olan inancımla Fethiye kıyılarına ulaştım.