ABD’nin “tek tabanca” olduğu, uluslararası sistemin de “küreselcilik” akımına kapıldığı 1980’ler sonrası döneme ilk darbe Covid salgınıyla birlikte geldi. Pandemi, küresel liberal ekonomik sistemin 30 yıllık “nerede ucuzsa orada üret, nerede ucuzsa oradan al” macerasını sekteye uğrattı. 2022 yılında gelen Ukrayna savaşı ve Batı cephesinin bu savaşa bağlı olarak Rusya’ya yönelik yaptırımlara girişmeleri ise, küreselciliğin sonunun, “bölgeselciliğin” ise yeniden başlangıcının miladı haline geldi.
Sovyet Bloğu’nun çöküşünün ardından dünya “küreselciliği” tecrübe etti; Uluslararası ekonomik sisteme liberalizm tüm gücüyle hakim olurken, kendisini “komünist” olarak tanımlayan Çin gibi ülkeler bile bu rüzgardan nasibini aldı.
ABD’nin “tek tabanca” olduğu, uluslararası sistemin de “küreselcilik” akımına kapıldığı 1980’ler sonrası döneme ilk darbe COVID salgınıyla birlikte geldi.
Pandemi, küresel liberal ekonomik sistemin 30 yıllık “nerede ucuzsa orada üret, nerede ucuzsa oradan al” macerasını sekteye uğrattı. 2022 yılında gelen Ukrayna savaşı ve Batı cephesinin bu savaşa bağlı olarak Rusya’ya yönelik yaptırımlara girişmeleri ise, küreselciliğin sonunun, “bölgeselciliğin” ise yeniden başlangının miladı haline geldi.
Rakamlar ortada; En iyi örnek Avrupa Birliği’nin yaşadıkları. 2006 yılından 2022’ye kadar Avrupa Birliği’nin en büyük ticaret ortağı Çin-Rusya ikilisiydi. 2022’de Ukrayna savaşı ve yaptırımlarla birlikte önce Rusya’nın, ardından da kademe kademe Çin’in AB ile ticareti düştü. Şimdilerde AB’nin en büyük ticaret ortağı ABD haline geldi. Bu trendin 20 Ocak’ta Başkanlık görevini devralacak Donald Trump’la daha da keskinleşmesi neredeyse kesin gibi. Trump, göreve başladığında ilk yapacağı işlerden birinin, Kanada ve Meksika’dan ABD’ye giren ürünlere yüzde 25, Çin’den alınan ürünlere ise yüzde 10 ek gümrük vergisi koyacağını açıkladı. Amerikan ekonomisi içe dönüyor. Bu trendi diğer büyük ekonomilerin de izlemesi kaçınılmaz.
AVRUPA KENDİ GÜVENLİK SİSTEMİNİ KURMANIN PEŞİNDE
“Bölgeselcilik” akımının sadece ekonomiyle sınırlı kalmayacağı da açık. Trump’ın ilk başkanlık döneminde “şaka gibi” gördüğü NATO’nun da bu trendden ilk nasibi alacak kurum olması bekleniyor. Trump, seçim kampanyası sırasında da ABD’nin NATO üyelerini gelecekteki saldırılara karşı koruması için, öncelikle NATO’nun Avrupa kanadındaki üyelerin savunma harcamalarındaki yükümlüklerini yerine getirmelerini beklediğini söylemişti. Aksi halde, olası bir Rus tehdidine karşı ABD’nin Avrupa ülkelerini korumak için “parmağını bile kıpırdatmayacağını” ima etmişti.
Avrupalılar da mesajı almış olmalılar ki, daha şimdiden kendi bölgesel güvenlik sistemlerini kurmanın peşine düştüler bile; İşin başını AB’den çıkan – çıktığı için daha şimdiden pişman olmuş görünen- İngiltere çekiyor. Trump yönetiminin öngörülemezliği karşısında İngilizler çareyi AB’nin büyük ülkelerinin kapısını çalmakta bulmuş görünüyorlar. İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve Polonya Savunma Bakanları birkaç gün önce aralarındaki savunma işbirliğini artırmak için “Beşli grup” adlı bir oluşum kurduklarını açıkladılar.
Avrupa kıtası güvenlik alanında küreselcilikten bölgeselciliğe geçerken, ABD’nin bıraktığı boşluğu bir başka güçlü ordu ile doldurmasının elzem olduğunu tüm Avrupalı politikacılar farkında. NATO’da ABD’den sonra en kalabalık orduya sahip Türkiye’nin bu açıdan Avrupa ülkelerinin gözünü dikeceği ülke olması şaşırtıcı değil.
Nitekim bunun işaretleri gelmeye başladı bile; Önce Norveç, ardından Kanada ve İsveç, şimdilerde de Almanya, Türkiye’ye yönelik koydukları silah ambargolarını sessiz sedasız kaldırdılar. Fransa ise, Avrupa savunma fonundan Avrupa Birliği dışı ülkelerin de yararlanabilmesine ilişkin vetosunu kaldırdı. Bundan en çok yararlanabilecek ülkelerden biri de, son dönemde özellikle savunma sanayine yatırım yapıp kendi markalarını üretmeye başlayan Türkiye olabilir.
“BEDEL” KIBRIS MI?
Ancak Türkiye-AB ilişkiler tarihinde Brüksel tarafından gelen hiç bir açılımın “karşılıksız” olmadığı düşünüldüğünde, Avrupalılar’ın savunma alanında kapıyı Türkiye’ye açmalarının bir “bedeli” olmasını beklemek de mümkün. Bu “bedelin” Kıbrıs olacağına ilişkin pek çok işaret de gelmeye başladı.
İlk işaret, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dört yıllık başkanlık süresi boyunca Washington’da bir ikili ziyarette ağırlamaktan özenle kaçınan ABD Başkanı Biden’ın gider ayak Beyaz Saray kapılarını Kıbrıs Rum Kesimi Lideri Hristodulidis’e sonuna kadar açması oldu.
30 Ekim’de gerçekleşen görçüşmede Hristodulidis’in Biden’a Kıbrıs Rum Kesimi’nin NATO üyesi olmasına ilişkin bir “yol haritası” sunduğu ve destek istediği ortaya çıktı. Yunanistan’da yayınlanan Kathimerini gazetesinin haberine göre Hristodulidis aynı planı Varşova’da gerçekleşen Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi’nde NATO’nun yeni Genel Sekreteri Mark Rutte’ye de iletti. Budapeşte’deki bu toplantıda Rum Lider Hristodulidis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la “kahve sohbetinde” bir araya geldikleri de unutulmamalı. Rum Kesimi’nin NATO’ya üyelik için “gaza bastığı” düşünüldüğünde, o “kahve sohbetinde” neler konuşulduğu da daha çok önem kazanıyor gibi.
Bitmedi; Erdoğan’dan sonra bu kez Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Bakü’de katıldığı İklim Zirvesinde Kıbrıslı Rum Lider Hristodulidis ile biraraya gelip sohbet etti. Üstelik Bakü’de bu sürpriz sohbette, Kıbrıs sorununun yaklaşık 60 yıldır çözüm çatısı olan BM’nin Genel Sekreteri Guterres de hazır bulundu. Diplomaside hiçbir temasın öylesine, amaçsız şekilde yapılmayacağı unutulmamalı.
Tüm bunlara NATO Genel Sekreteri Rutte’nin göreve geldikten sonra yaptığı ilk ziyaretleri de eklemek gerek elbette; Hollanda Başbakanlığı döneminde adının karıştığı tüm siyasi skandallardan hiç yara almadan çıkabilmiş olması nedeniyle siyasette “teflon Mark” olarak anılan Rutte, NATO Genel Sekreteri olarak ilk ziyaretini ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump’a yaptı. İkinci ziyaret için ise Türkiye’yi seçti, Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da kabul edildi. Rutte üçüncü ziyaretini ise Yunanistan’a yapıp, Başbakan Miçotakis ile bir araya geldi. 32 NATO üyesi ülkeden Türkiye ve Yunanistan’ın NATO Genel Sekreteri ziyaretleri açısından ilk üçe girmesi hakikaten manidar. Acaba bu görüşmelerde Kıbrıslı Rumlar’ın NATO üyeliği de konuşulmuş mudur? Zamanla çıkar ortaya.
Tabi bir de bunlara son dönemde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Kıbrıs’ta “iki bağımsız devlet” söylemini bir tarafa bırakıp, bunun yerine yaklaşık 50 yıldır BM çatısı altında süren Kıbrıs barış görüşmelerinin “jargonu” olan “egemen eşitlikten” bahsetmesini de eklemek gerek.
Belli ki bir şeyler “pişmekte”…