PROF. DR. HAVVA TUNÇ
2. Dünya Savaşı sonrasında küresel ölçekte benimsenen kalkınma paradigması, ekonomik büyümeyle birlikte toplumsal refahı artırmayı amaçlayan bütüncül bir yaklaşım sunmaktaydı. Devletin aktif müdahalesini esas alan bu bu model yoksulluğu yapısal nedenleriyle ele alırken sosyal kamu/koruma harcamaları aracılığıyla gelir dağılımını dengelemeyi ve toplumsal bütünlüğü güçlendirmeyi hedefledi. Ancak 1980’li yıllardan itibaren yükselen neoliberal politikalar, kalkınmayı salt büyüme göstergesiyle ölçen dar bir çerçeveye indirgerken, yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine onu yönetilebilir bir olguya dönüştürdü. Bu süreçte sosyal kamu harcamaları, kalkınmanın motoru olmaktan çıkarak toplumsal rıza üretme ve otoritenin meşrutiyetini yeniden üretme aracına evrildi. Böylece devlet kalkındıran bir aktör olmaktan ziyade, yoksulluğu idare eden ve bu idare biçimi üzerine siyasal iktidarını, tahkim eden bir konuma yerleşti. Daha da önemlisi yoksulluk kalıcı ve yapısal bir karaktere büründü.
Bu çalışma, sosyal kamu harcamaları ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi değerlendirirken, yoksulluğun bu dönüşümü açıklanmaya çalışıldı.
Ekonomik büyüme, üretim hacmindeki artışı ifade ederken, kalkınma yalnızca ekonomik gelişmeyi değil, aynı zamanda sosyal ve politik alanlardaki dönüşümü kapsayan daha geniş bir süreci temsil etmektedir. Kalkınma, gelişmiş ülkelerde egemen olan refah devleti anlayışının ekonomik, sosyal ve politik prensiplerinin, benimsenmesi ve uygulanması süreci olarak tanımlanabilir.
Bir ülkede ekonomik büyüme, hızlı sermaye birikimi ile birlikte gerçekleşiyorsa ve bu süreç sosyal ve yapısal dönüşümleri beraberinde getiriyorsa, kalkınmadan söz edilebilir. Kalkınma süreci yalnızca ekonomik büyüme ile sınırlı kalmaz; aynı zamanda gelir dağılımı, sosyal adalet ve yaşam standartlarının iyileştirilmesi gibi unsurları da içerir. Diğer bir deyişle kalkınma, paylaşım ve bölüşüm sorunuyla da ilgilenir Bu bağlamda, kalkınmanın başarısı büyümenin refah seviyesini yükseltmesi ile ölçülmektedir.
Diğer bir deyişle, kalkınmışlığın başarısı hızlı büyüme ile ölçülmüş ve sürekli büyüyen artan nüfusun her yıl daha iyi yaşayabileceği, büyümenin beraberinde refahı getireceği varsayılmıştır. Diğer taraftan kalkınmanın ekonomik, sosyal ve politik alanların dönüşümünü içeren kapsamlı bir süreç olduğunun altı çizilmiştir.
Yoksulluk, bireylerin veya toplumların, beslenme barınma, sağlık, eğitim, temiz su, güvenlik gibi temel ihtiyaçların karşılanmamasıdır. Ve yoksulluk sadece gelirle sınırlı değildir. Diğer bir deyişle yoksulluk, ekonomik büyümenin toplumsal refaha dönüşemediği, eşitsizliklerin derinleşmesi, yaşam kalitesinin düşük kalmasıdır. Yoksulluk, bireylerin yaşamlarını sürdürebilecek asgari kaynaklardan yoksun olması ve/veya toplum ortalamasına göre daha düşük yaşam standartlarına sahip olması olarak tanımlanır.
Bir ülkenin en önemli kaynağı beşeri sermayesidir. Bu nedenle yoksulluk, beşeri sermayenin gelişimini ve sosyal bütünlüğü zayıflatarak ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyebilir. Kalkınma politikalarının temel amacı, ekonomik büyüme ile birlikte yoksulluğun azaltılmasını ve insani gelişmenin sağlanmasını hedeflemektedir.
Devlet, sosyal kamu harcamaları aracılığıyla yoksulluğun yıkıcı etkilerini azaltabilir. Kamu harcamaları, gelir transferleri, mesleki eğitim programları ve sosyal güvenlik hizmetleri gibi çeşitli araçlarla yoksul kesimlere doğrudan destek sağlayabilir.
Yoksullukla mücadelede sosyal kamu harcamalarının önemi büyüktür. Sosyal kamu harcamaları, özellikle düşük gelirli hanelerin yaşam standartlarını iyileştirmek ve gelir eşitsizliğini azaltmak amacıyla yapılan harcamaları kapsamaktadır. Bu harcamaların milli gelir içindeki payı, sosyal devlet olgusunun bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Dünya nüfusunun önemli bir bölümünün içinde bulunduğu yoksulluk sorunu, kişilerin insanca yaşamasına engel olan, hak ve özgürlüklerini gerektiği gibi kullanmalarını sınırlayan bir olgudur. Yoksullukla mücadelede izlenen ve ülkelerin uyguladıkları politikalara göre değişen birçok yöntemden söz edilebilir. Yoksullara yönelik olarak yapılan sosyal kamu harcamaları, sosyal adaleti sağlayabildiği gibi gelir eşitsizliğini kısmen giderebilir.
Toplumsal refahı yükseltmek ve özellikle gelir düzeyi düşük yoksul hane halklarının yaşam standartlarını iyileştirmek amacıyla devletin yaptığı sosyal kamu harcamalarına bütçeden ayırılan pay, yoksullukla mücadelede önemlidir. Bu harcamaların milli gelir içindeki payı, sosyal devlet olgusunun bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.
İşsizliğin ekonomik ve sosyal etkilerini hafifletmek için işsizlik sigortası ve işsizlik yardımları gibi sosyal kamu harcamaları devreye girmektedir. Bu harcamalar, işsiz kalan bireylerin gelir kayıplarını telafi ederek, yoksulluk riskini azaltmakta ve sosyal bütünlüğün korunmasına katkı sağlamaktadır.
Sosyal kamu harcamalarının bütçe üzerine getirdiği yük nedeniyle sürdürülebilirliği özellikle gelişmekte olan ülkelerin temel sorunudur. Ve Sosyal kamu/ koruma harcamaları bir yandan yoksulluğu gidermede önemli bir görevi gerçekleştirirken diğer taraftan tembellik, üretim sürecine katılmamak gibi alışkanlıklar sağlayabileceği nedeniyle risklidir. Keza sosyal kamu harcamaları istismara açık olması nedeniyle gerekli birimlerce denetim ve kontrolü yapılmalıdır.
Diğer taraftan sosyal kamu harcamalarının GSYH içindeki payının artması, yaşlı ve işsiz bireylerdeki yoksulluk oranlarını istenilen ölçüde düşürmez ise, izlenen ekonomik ve sosyal politikalar amaçlarına tam olarak hizmet edemediği söylenebilir. Bu nedenle yoksulluğu önlemede uygulanan programlar sadece nakdi ve ayni yardım şeklinde olmamalıdır. Bunların yanında işgücü piyasasının dışında kalmış çalışabilecek yoksul kitlelere yönelik istihdam sağlayacak projelere öncelik verilmelidir.
Her ülkede hükümetler sosyal kamu harcamaları kullanarak gelir eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmaya çalışmaktadırlar. Bir ülkenin milli gelirinden sosyal kamu harcamalarına ayrılan payın büyüklüğü, o ülkenin gelişmişlik seviyesini gösterir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamaları, sosyal transfer harcamaları, Türk bütçe sistemindeki ifadesiyle, “sosyal koruma harcamaları” da sosyal kamu harcamaları kapsamına girmektedir. Sosyal koruma harcamaları hastalık, tedavi, özürlülük, yaşlılık, aile, çocuk, işsizlik, sosyal dışlanma gibi alanlarda yapılan harcamaların toplamını göstermektedir.
2014-2023 yılları arasında sosyal kamu harcamaları önce yavaş daha sonra hızlı bir artış göstermiştir. Büyümenin sosyal devlet anlayışının yüksek olduğu toplumlarda büyüme oranın belirleyici olduğu aksi takdirde etkisinin önemsiz olduğudur
2010-2024 arası Türkiye’nin büyüme oranlarındaki (GSMH artışı) dalgalanmalar oldukça dikkat çekicidir. Özellikle 2011 ve 2018-2020 arasındaki düşük büyüme dönemleri arasında ciddi farklar vardır.
2014-2023 yılları arasında sosyal kamu harcamaların GSMH içindeki payı2020 yılında %13,1 ile en yüksek seviyeye ulaşan bu oran, 2022’de %8,6’ya, 2023’te %10,1’e çıkmasına rağmen 2020 düzeyini yakalayamamıştır. 2011(%11.1) ve 2021(%11,18)çift haneli büyüme döneminde sosyal kamu harcamalarında büyük artış olmamıştır. Ancak 2018(%0, 37, 2019(% 0,9) ve 2020(%1,8) düşük büyüme oranların olduğu dönemlerde sosyal kamu harcamaları azalmıştır. Grafik 1, Grafik 2 ve Grafik 3 göre GSMH artış olduğu dönemlerde sosyal kamu harcamaları artış gösterirken azalış olduğu dönemlerde seviyesini korumaya çalışmıştır.
Sonuç olarak, sosyal kamu harcamaları, kalkınma politikalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu harcamaların etkinliği, sosyal refahın artmasına ve gelir eşitsizliğinin azalmasına katkı sağlarken, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğini destekleyici bir işlev görmektedir. Bu bağlamda, sosyal kamu harcamalarının planlanması ve uygulanması sürecinde ekonomik büyüme ile sosyal adalet arasında dengeli bir ilişki kurulması gerekmektedir.