Enflasyonla mücadele için harcanan zaman, emek ve ödenen tüm bedellere rağmen, elde edilen sonucun yeterli olmaması, ileriye yönelik enflasyon beklentilerinin de katılaşmasına neden oldu.
Dünyada çok sarsıcı gelişmelerin olduğu bir yılı geride bırakırken, Türkiye’de 2025 yılında da, enflasyon-kur-faiz sarmalına sıkışıp kalmış bir ekonomi gündemiyle meşgul olduk. Üzülerek de olsa, 2025 yılının, ülkemizin ekonomik kalkınma yolunda kaybettiği bir başka yıl olduğunu söylemek durumundayım.
Aslında 2025’e başlarken, piyasalarda Türkiye ekonomisine ilişkin daha iyimser beklentiler vardı. Enflasyonun düşeceği, Merkez Bankası’nın faizleri indireceği ve büyümenin de makul bir seviyede seyredeceği bir senaryoyu satın alan hem yerli hem de yabancı yatırımcılar, yılın ilk haftalarında, TL cinsinden varlıklara büyük ilgi gösterdiler. Ne var ki Mart ayıyla birlikte artmaya başlayan siyasi risk algısı, 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla zirve yaparken, piyasalardaki olumlu hava yerini bir hayli karamsar bir ortama bıraktı. Sonrasında Merkez Bankası’nın attığı adımlarla, piyasalardaki panik havası yatışsa da, siyasi risk algısındaki artışın ekonomi üzerindeki etkileri neredeyse tüm yıl boyunca devam etti.
Enflasyonla mücadelede de ancak kısmi bir başarı sağlanabildi. 2024 sonunda %44,4 seviyesinde olan enflasyonun, bu yıl sonunda %31 civarına gerilemesi olumlu olsa da Merkez Bankası’nın hedeflerini bir kez daha tutturamamış olması, ekonomi yönetimi için eksi haneye kaydedildi. Enflasyonla mücadele için harcanan zaman, emek ve ödenen tüm bedellere rağmen, elde edilen sonucun yeterli olmaması, ileriye yönelik enflasyon beklentilerinin de katılaşmasına neden oldu. Geldiğimiz noktada, 2026 yılı için Merkez Bankası’nın %16 olan enflasyon hedefine karşın, hanehalkı enflasyon beklentisinin %52 civarında olması, Merkez Bankası’nın işini bir hayli zorlaştıracak bir soruna işaret ediyor.
Yılın önemli bir bölümünü siyasi gelişmelerin gölgesinde geçirmenin en olumsuz etkisi, ülkemizin acilen ihtiyaç duyduğu kapsamlı, kapsayıcı ve kararlı bir kalkınma stratejisini tartışmayı başka bir seneye ertelememiz oldu. Oysa bu sene için umudumuz, 2025’in enflasyonun düştüğü, beklentilerin iyileştiği ve sonraki yıllarda uygulanabilecek kapsamlı bir program öncesinde dengelerin büyük oranda tesis edildiği bir geçiş yılı olmasıydı. Bunu ne yazık ki başaramadık. 2025, önceki senelerden çok da farklı olmayan bir şekilde, ekonomik aktörlerin hemen hepsinin akıntıya karşı kürek çektiklerini hissettikleri, sıkıntılı bir yıl oldu.
Ekonomiye hâkim olan bu sıkıntılı havanın en önemli göstergesi, hem işverenlerin hem de çalışanların hallerinden şikayetçi olması. Çalışan kesim, özellikle de düşük ve sabit gelire sahip hanehalkları, enflasyonun beklentileri aşmasıyla, alım güçlerinde çok belirgin bir erozyona uğradıklarından şikayetçi. Bu gruptaki vatandaşlarımızın tüketim sepetinde daha ağırlıklı paya sahip mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışın, manşet enflasyonun çok üzerinde olduğunu düşününce, bu şikayetlere hak vermemek mümkün değil.
Patron da mutsuz, işsiz de mutsuz
Diğer yandan işverenler ise, artan üretim maliyetleri nedeniyle bilançolarındaki kötüleşme, hem yurtiçi hem yurtdışı talebin zayıf seyri nedeniyle nakit akışlarındaki bozulma ve sayıları hızla artan konkordato ve iflas vakaları nedeniyle, değer zincirlerindeki kırılmalardan muzdarip. Bunun üzerine, bankalar başta olmak üzere finansman kaynaklarına erişimin hem çok kısıtlı hem de maliyetli olması, şirketlerin işleri döndürmekte çok zorlanmasına neden olmakta.
Yani, patron da mutsuz, işsiz de mutsuz. Her zaman söylediğim gibi, enflasyonla mücadelede bedel ödemeden başarıya ulaşmak mümkün değil. Lakin, toplum kesimleri bu bedelin bir yandan çok ağır olduğunu, diğer yandan da bedelin çoğunu kendilerinin ödediğini düşündüğünde, uygulanmakta olan programın arkasındaki toplumsal desteğin zayıflaması da kaçınılmaz oluyor.
Enseyi çok karartmadan, biraz da bardağın dolu tarafına bakalım. Yılın son iki ayında, enflasyonun beklentilerden daha düşük bir hızda seyrediyor olması, hem ekonomi yönetimi için önemli bir motivasyon sağlıyor, hem de ekonomik aktörlerin 2026’ya bir nebze daha umutlu bakmasına yol açıyor. Son aylarda siyasi risk algısının da epeyce azalmış olması önemli bir kazanım. Nitekim Türkiye’nin risk seviyesinin göstergesi olarak izlenen CDS primi yılın son günlerinde, 2018 başından itibaren gördüğümüz en düşük seviyelere indi. Her ne kadar yabancı yatırımcılar hala TL cinsinden varlıklarda risk almaktan imtina etse de, yurtiçinde şirketler kesiminin epeydir ertelediği yatırımlarına başlamak için fırsatları kollamaya başladığını görüyoruz. Merkez Bankası rezervlerinin tarihi yüksek seviyesi, faizlerdeki düşüş eğilimi, makroihtiyati kısıtlamaların bazılarındaki gevşeme ve bütçe açığının endişe edilen seviyelerin altında kalacağının anlaşılması da, seneyi kapatırken bizleri umutlandırıyor.
2026’ya bir nebze umut bırakabilecek durumdayız
2025 yılının bir kez daha gösterdiği gibi, Türkiye’de orta ve uzun vadeli bir kalkınma yol haritası tartışabilmemiz için, öncelikle siyasi riskleri en aza indirip, ekonomiyi kısa vadeli enflasyon-kur-faiz sarmalından kurtarmamız lazım. Geride bırakmakta olduğumuz 2025’te bunu başaramasak da, yılın sonunda 2026’ya bir nebze umut bırakabilecek durumdayız. Ümit edelim ki 2026, ekonomide istikrarın sağlandığı ve ülke olarak çok acilen ihtiyaç duyduğumuz ekonomik kalkınma stratejimizin ana gündem maddesi olduğu bir yıl olur.
Bu vesileyle 2026 yılının tüm okurlarıma, sağlık, huzur, bereket ve mutluluk getirmesini dilerim.