Biraz geriye gidelim…
ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, 2021 yılında yapımcı/editör/akademisyen David Miller ile yaptığı mülakatta şöyle demişti:
“HTŞ’ye yardım etmemiz için Mike Pompeo’nun (zamanın ABD Dışişleri Bakanı) istisnai izin yayınlamasını sağladık… HTŞ’ye mesaj gönderdim, onlardan mesaj aldım… HTŞ’den gelen mesajlar, ‘Sizin dostunuz olmak istiyoruz. Biz terörist değiliz. Sadece Esed’le savaşıyoruz…’ şeklindeydi. Bizim için HTŞ’nin ayakta kalması önemliydi… Bizim için ABD’deki terörizm bürokrasisi içinden hiç kimsenin Golani’yi vurmaması önemliydi. Bu kötü bir şey olurdu.
… Suriye, bölgede Amerika’nın yönettiği bir güvenlik sistemi oluşması için anahtar ülkedir.
HTŞ’yi hedef almadığımız bir olgudur. HTŞ’yle ortak yaşam alanı içindeki Türklere karşı sesimizi yükseltmediğimiz bir olgudur. Biz Türkiye’nin İdlip’te olmasını istiyorduk, ama bir platform olmadan İdlip’te olamazsınız, o platform genel anlamda HTŞ’dir. HTŞ, Birleşmiş Milletler tarafından resmen terörist örgüt ilan edilmiştir. Ben veya herhangi bir Amerikalı resmi görevli, Türkiye’nin İdlip’te yaptıklarından hiç şikayetçi oldu mu? Hayır… HTŞ en az kötü seçenektir.”
Esad ülkesinden kaçıp, Şam muhaliflerin eline geçince eski Şam Büyükelçisi Ömer Önhon çok isabetli bir çerçeve çizmişti: “Suriye’de Esad rejimini deviren harekatın hazırlığının bir yıldan fazla bir süredir yapıldığı, Türkiye’nin, ABD’nin ve diğer bazı ülkelerin bu süreçte şu veya bu şekilde yer aldıkları, ayrıca, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ lideri Ahmed “Golani” el Şara ve terör örgütü YPG’nin başındaki Mazlum Abdi’nin muhtelif açıklamalarında teyit ettikleri üzere de, Esad’ın, neredeyse bütün aktörler arasında varılan mutabakatlar manzumesi sonucunda gittiği anlaşılıyor.”
Gelelim bugüne… Daha önce “Suriye notları” başlıklı bir yazı yazmış ve Ankara’nın hassaiyetlerini, önceliklerini aktarmaya çalışmıştım. Şimdi üst üste tapılan tıplantılatın, hızlı diplomasi trafiğinin eşliğinde alanda ne oluyor bir göz atalım.
Şu anda Amerika, İsrail ve Türkiye Suriye’de askeri güç bulunduruyor (Rusya’nın askeri üsle sınırlı varlığını da bunlara ekleyebiliriz) ve yakın gelecekte bu durum değişecek gibi görünmüyor.
Ancak gelinen noktada başka devletler de kendilerine bağlı silahlı veya silahsız gruplar oluşturarak Suriye’nin yönünü etkileme arayışına başlayabilir.
Misal; Güneydeki Dürziler, İsrail’e katılma veya federasyon taleplerini çoktan açıkladılar.
Misal; Suudi Arabistan şimdi Suriye’de sadece muazzam finans gücüne sahip bir Arap ülkesi değil. Aynı zamanda iktidarı elinde tutan HTŞ örgütüyle Vehhabilik üzerinden ideolojik ilişkiye de sahip olan bir ülke; bunun etkileri halen yaşanıyor, yakın gelecekte artarak devam etme ihtimali kuvvetli.
Özellikle 700 milyar dolara ihtiyaç duyulan Suriye’nin yeniden imarında, Körfez’in oynayacağı rol, yalnızca ekonomik değil, stratejik düzeyde belirleyici olacak.
Hatırlayacaksınız, ABD’de Joe Biden döneminde temelleri atılan ve Donald Trump döneminde olgunlaştırılan bu strateji, Powell’in koordinasyonunda şekillendi. Körfez fonlarının Suriye’ye yönelmesini mümkün kılacak şekilde yaptırımlar gevşetildi. Riyad ile Şam arasında enerji, altyapı ve bankacılık sektörlerine dair anlaşmalar hızla devreye sokuldu.
Öte yandan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), bu satrançta sessiz ama dikkatli bir oyuncu olarak konumlandı. Özellikle doğu Suriye’deki yeniden imar projelerine yatırım yapma isteği, Abu Dabi’nin diplomatik temkinliliği ekonomik girişimle birleştirmek istediğini gösteriyor. PYD kontrolündeki alanlara yatırım yapılması, Türkiye açısından hem diplomatik hem de güvenlik açısından yeni zorluklar doğurabilir.
Suriye krizinin başından bu yana en ağır bedeli ödeyen ülkelerin başında gelen Türkiye, hâlâ sahada etkin bir aktör. Zaten Körfez ülkelerinin mali kudreti, İngiltere’nin perde gerisi diplomatik ağırlığı, ABD ve İsrail’in askeri nüfuzuna rağmen, Riyad’taki dörtlü toplantının da gösterdiği üzere masada yeri olmasını da sahadaki ağırlığına borçlu. Bununla birlikte, İsrail’in Şam hava sahasında rahatça hareket etmesi, rejimin ise bu saldırılara karşı sessiz kalması, Türkiye’nin hem askeri caydırıcılığını hem de diplomatik etkisini tehdit ediyor.
Bu tablonun bir de iç siyaset ayağı var. İktidar, Suriye’de güçlü kalabildikçe meseleleri “güvenlik” üzerinden okuyan seçmen kitlesinin gözündeki değeri artıyor. Bunu Haziran ayı başlarında paylaşılacak ve bağımsız kuruluşlarca yapılmış çeşitli kamuoyu yoklamalarında göreceğiz!