Literatürde üç yeni kavram var; “ses güvensizliği”, “ses çölleri” ve “ses çölü tuzağı”. Kulağınıza şiirsel geliyorlarsa, gelmesin! Demokratik rejimlerin içten içe kurumasını, yurttaş sesinin yankılanmamasını, sessizliğin meşrulaşmasını tarif ediyorlar.
En gürültülü çağda yaşıyoruz. Daha fazla konuşuyoruz. Yeni kelimeler üretip duruyoruz, nedense hep eski yaraları kaşıyoruz. İronik biçimde kimse kimseyi duymuyor. Duyulmak sessizce elimizden kayıyor. Elimizde sosyal medya megafonları var, sesimiz yine yankı odalarının içinde hapis. Yeryüzü susuzluk yaşayarak çölleşirken, duyulmayanlardan oluşan toplumsal çöller de iklim krizine eşlik ediyor.
Önce yaşayıp sonra adlandırmak
Bu kavramları yeni duyuyoruz oysa uzun süredir yaşıyoruz. Paradoks da burada: Bir olguyu önce yaşayıp sonra adlandırıyoruz. Örneğin, “tükenmişlik sendromu”nu yıllarca hissettikten sonra tanıdık, “ekolojik yas”ı ormanlar yanınca fark ettik. Şimdi sıra, duyamadığımız sesleri fark etmekte. Gürültü çok, anlam az. Konuşmalar artıyor, diyalog azaldı. Kitle iletişim araçları gelişti, iletişimin kalitesi çöktü. Sanmayın ki bireysel bir mesele yaşıyoruz, yapısal. Sesin kaybolduğu yerlerde demokrasi de yankı bulamıyor.
Örnek: Küçük sandık, büyük yankı
Geçtiğimiz hafta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sandığa gitti. Sonuç, Ada’nın politik dengelerini değiştirecek kadar belirgindi: Tufan Erhürman, oyların yaklaşık yüzde 63’ünü alarak yeni cumhurbaşkanı oldu. Katılım oranı yüzde 65 civarındaydı.
KKTC’de yaşanan, bir seçimden fazlasıydı. Kampanya boyunca iki farklı vizyon karşı karşıya geldi: federasyon mu, iki devlet mi? Halk, yalnızca bir lideri değil, geleceğin yönünü de seçti.
Bazıları sonucu “normalleşme” olarak yorumladı; bazılarıysa “ulusal çizgiden sapma.” Türk medyasında - hala varsa - kimine göre Ada’da “yeni bir umut” doğdu; kimine göre “tehlikeli bir liberal rüya” oluştu. KKTC’ye kurulan sandık Ankara’da gürültü yarattı; “Anavatan–Yavruvatan” söylemi ve merkezileşmiş bir ses düzeni, öbür tarafta yerel irade vurgusu.
Demokrasi, sandık ve yeni tanımlar
Duyulmak demokratik bir hak mıdır? Duyuluyor musunuz? Demokrasi kelimesini çok kolay telaffuz ediyoruz. Keşke demokrasi de o denli kolay yaşanabilse. Dilimizden düşmeyen kelimenin anlamı bulanık. Siyaset bilimi yalnız “demokrasi” ya da “otokrasi” demez oldu. Arada kalan gri alanlar var. Pek çok ülke eskisi gibi ana kategori yerine gride kümeleniyor. En çok tartışılan ya da bizim en çok kulak kabarttığımız kavram: “seçimli otokrasi”.
Bu tanım, İsveç merkezli V-Dem (Varieties of Democracy) araştırma enstitüsünün verilerine dayanıyor. Bir ülke, düzenli ve çok partili seçimler yapabilir. Oy kullanmak özgür olabilir. Ancak medya baskı altındaysa, yargı bağımsız değilse, muhalefet temsil edilemiyorsa, o ülke “demokrasi” değil, seçimli otokrasi sayılıyor.
Şöyle ifade edelim; seçim var, seçenek yok. Sandık var, yankı yok. (Bilgi notu; Türkiye, 2016’dan bu yana V-Dem sınıflandırmasında bu kategoriye dahil.) Seçim demokrasiyi garanti etmiyorsa, demokrasiyi neyle ölçeceğiz; sandık sayısıyla mı duyulan seslerin çeşitliliğiyle mi?
Ses güvensizliği: Vatandaşın sessizleşmesi
Ses güvensizliği (voice insecurity); 2025 Ekim’inde yayımlanan FIDE North America – Ohio State University ortak raporu, demokrasinin geleceğini “ses” üzerinden analiz etti. Raporun yazarları Marjan H. Ehsassi ve Atl Castro Asmussen’e göre demokrasinin en kritik göstergesi artık katılım oranı değil, vatandaşın duyulma kapasitesi. Araştırmanın birincil odağı, Amerikan demokrasisindeki kurumsal dışlanmanın sonuçlarını haritalamak. Ağırlıklı olarak ABD'deki siyasi durumu ve kamuoyu algısını ele alsa da argümanlarını desteklemek ve çözümleri meşrulaştırmak için önemli küresel ve karşılaştırmalı veriler de kullanıyor.
OECD’nin (2024) Güven Sürücüleri Anketi’nden alıntı yapmak isterim, ölçmüş: “Hükümet kararlarında söz hakkım var” diyenlerde devlete güven yüzde 69. “Aldıkları kararlarda sözüm yok” diyenlerde ise yalnız yüzde 22. Aradaki 47 puanlık fark, temsilin sayısal değil duygusal bir meseleye dönüştüğünü gösteriyor. Birey sesinin işe yaradığını hissediyorsa sisteme güveniyor. Yoksa susuyor.
Ses çölleri: Duyulmayan bölgeler
Ses güvensizliğinin bir üst aşamasına “Ses Çölleri” adı veriliyor. Şu kriterlere bağlanmış: erişilebilirlik, erişim, kullanım, istikrar… çöktüğünde ses çölü oluşuyor. “Ses çölü tuzağı”nın daha tehlikeli bir kavram olduğunu anlıyoruz. Bir kez sessizleştirilen topluluklar, reform taleplerini savunacak gücü bulamıyor. Marjinalleştirilmiş kesimler sistem dışına itildikçe, kurumlar onların yokluğuna alışıyor. Suskunluk kalıcı oluyor. Raporun çarpıcı bir metaforu var: “Kurak toprak gibi, susuz kalan demokrasi yeşermiyor.”
Ekonomik kök: Eşitsizliğin sesi
FIDE raporu bu sessizliğin kökenini ekonomide aramış. Gelir ve servet eşitsizliğinin demokrasi zeminini aşındırdığını söylüyor. Siyasi kararlar, iyi kaynaklara sahip azınlıkların etrafında şekilleniyor. Para, yalnız piyasayı değil, söylemi de yönetiyor. Medya sistemleri de bu dengesizliği büyütüyor. Özetle ekonomik eşitsizlik, sessizliğin hem nedeni hem sonucu.
Sesini kaybeden yurttaş, karar alma süreçlerinden uzaklaşıyor; uzaklaştıkça daha yoksullaşıyor.
Araştırmanın tonu karamsar olsa da çözüm üretiyor. Ana öneri: vatandaş meclisleri kurmak. Rastgele seçilen, toplumun farklı kesimlerini temsil eden yurttaşların bir araya gelip politika önerileri hazırladığı yapılar. İrlanda’nın kürtaj yasasını, Fransa’nın iklim politikalarını, Kanada’nın göç reformunu denendiği yerler olarak işaret ediyor.
Ekonominin sessizliğe dayanamayacağını savunan araştırma, ekonomik göstergelerle demokrasi arasındaki bağın görünür olduğunu, güven azaldığında yatırımların azaldığını, sesini duyuramayan tüketicinin piyasadan çekildiğini söylüyor. Ki, görüyoruz… öngörü yitiyor. “ses ekonomisi” diye kabul görmüş resmi bir tanım olsaydı, büyüme göstergesi sayabilir miydik?
Ses adaleti: Yeni bir hak önerisi
Bugün gelir adaleti, eğitim adaleti, fırsat eşitliği gibi kavramlar yerleşmiş durumda. Bir yenisine ihtiyacımız var: Ses adaleti. Bu, herkesin konuşabilmesi değil; herkesin duyulma şansının eşit olması demek.
Raporun güçlü analojisi var, sanırım kavram üzerine kavram üretildiği için buna ihtiyaç duyulmuş, “ses güvensizliği eşittir demokratik açlık” diyor. Gıda güvensizliği nasıl erişim, erişilebilirlik, kullanım, istikrar yoksunluğuna dayanıyorsa; ses güvensizliği de aynı yapıya sahip. Gıda güvensizliği fiziksel açlık yaratırken ses güvensizliği siyasal açlık yaratıyor. Besin yetersizliğinde olduğu gibi vatandaş yavaşça tükeniyor.
Türkiye’nin demokratik tartışmaları uzun süredir “sandık” ekseninde dönüyor. İletişimsizlik çağının demokrasisini doya doya yaşıyoruz; iletişim araçları hiç olmadığı kadar güçlü. Gelin görün ki, iletişim kurma kapasiteleri zayıf. Veri çok, diyalog az. İçerik fazla, anlam eksik. Rapor, “Demokrasi, bilgi akışının kalitesi kadar yaşar” söylemini savunuyor. Bilginin bozulduğu yerde karar bozuluyor, yurttaş geri bildirim veremiyor, yöneten öğrenemiyor… Ekonomik maliyet yükseliyor. Rapor meseleyi, duyulma kapasitesine kilitliyor.
Sözlük:
- Ses güvensizliği: Yurttaşın, politikaları etkileyebilme kapasitesine duyduğu güvenin azalması.
- Ses çölleri: Demokratik dışlanma bölgeleri; vatandaşın girdiği ama çıktı alamadığı süreçler.
- Ses çölü tuzağı: Marjinal grupların sistemden kalıcı olarak dışlanması.
- Seçimli otokrasi: Seçimler yapılır ama kurumlar işlevsizdir; ifade özgürlüğü sınırlıdır.
- Ses adaleti: Her bireyin sesinin eşit ölçüde duyulabilmesini sağlayan yönetim anlayışı.