Neoliberalizm belki Rodrik’in iddia ettiği gibi artık bir "zombi"dir; bir fikir olarak ölmüştür, ancak var olan güç yapıları her zamankinden daha güçlü kalmaya devam etmekte.
Geçen hafta UBS’in Küresel Servet Raporu çalışması üzerinden Türkiye’de ve dünyada artan servet ve gelir eşitsizliğini konu edinmiştim. İşin ilginç tarafı, bizi bir kenara bıraksak bile, bu menfi gelişim “demokratik” Batı toplumlarında giderek daha sancılı bir hal almakta. Bu ülkeler monarşik yönetimler olsa, bu anlaşılabilir bir şey olabilirdi. Ancak, her bireyin oy hakkı olan (ve bireylerin eğitim seviyesinin göreceli olarak yüksek olduğu) demokrasilerde bu durum nasıl ve neden ortaya çıkıyor? Eğer, ben bir birey olarak gelirimden ve yaşam şartlarımdan memnun değilsem, gider benim bu problemlerime çare getirecek olan siyasi partilere oy veriririm. Ve eğer ben ve benim gibiler çoğunluğu oluşturuyorsa (ki, hiç kuşkusuz öyle), o parti işbaşına gelir ve refah toplumunu yeniden tesis edecek politikaları uygulamaya koyar. En azından siyaset bilimine göre böyle olması gerekir. Gel gelelim ki, durum öyle olmuyor. Ya siyasi partiler iktidara gelince verdikleri sözleri unutuyorlar ya da zaten bu konuları gündemine taşıyan bir parti bulamıyorsunuz.
Dani Rodrik dün PS platformunda çıkan yazısında Batı’da oluşan bu durumu “geçici” bir akımmış gibi gördüğü “neoliberalizm”in bir sonucu olarak yansıtmış. Trump'ın ekonomi yaklaşımının ise post-neoliberalizme geçişte sadece kötü bir deneysel aşama olduğu iddiasında. Rodrik “on yıllık tepkiden sonra, sadece neoliberalizmin öldüğünü değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal uzlaşının (konsensus) yerini aldığını da kabul etmenin zamanı geldi” diyor. ABD’deki sağ ve solun belirli kanatlarında artan memnuniyetsizlik ve tepkileri yeni bir uzlaşının yapılanması olarak görüyor. Bu uzlaşının ilk unsuru ekonomik gücün yoğunlaşmasının aşırı hale geldiği üzerinde varılan fikir birliği. Bu bağlamda, Rodrik’e göre sol doğrudan gelir ve servet eşitsizliğinden ve bunun siyaset üzerindeki aşındırıcı etkilerinden şikayet ederken, sağ piyasa gücü ve rekabet üzerindeki olumsuz etkileri konusunda endişeleniyor.
Rodrik yeni uzlaşının ikinci unsuru olarak neoliberalizm sonucunda işinden olan insanlara ve bölgelere yapılacak olan destekleri görmekte. Uzlaşmanın üçüncü bileşeni, devletin gerekli ekonomik dönüşümü şekillendirmede aktif bir rol oynaması gerektiği. Açıkçası, her ne kadar sol ve sağda artan bir memnuniyetsizlik ve 2 büyük parti içinde artan bir muhalefet görsek de, bu 3 unsurun iki cenah tarafından aynı ölçüde kabul edilip desteklendiğini hiç zannetmiyorum. Örneğin her 2 taraf da gücün yoğunlaşmasından şikayet etse de bunu sansür karşıtlığı ve işçi hakları gibi farklı nedenlerle yapıyorlar.
Rodrik, mevcut dönemin "kayırmacı devlet kapitalizmini" doğru bir şekilde eleştiriyor, ancak geleceğin politika yapıcılarının basitçe uzlaşıdan ortaya çıkacak olan yeni yol gösterici ilkeleri kullanabileceğini öne sürüyor. Peki, devlet (ve partiler) zaten sermaye tarafından ele geçirilmişse, Rodrik'in beklediği bu "geleceğin politika yapıcıları" kimler olacak? Rodrik ise, son derece naif bir şekilde devletin sadece "daha iyi bir kılavuza" ihtiyaç duyan tarafsız bir araç olduğunu varsayıyor.
Neoliberalizm belki Rodrik’in iddia ettiği gibi artık bir "zombi"dir; bir fikir olarak ölmüştür, ancak var olan güç yapıları her zamankinden daha güçlü kalmaya devam etmekte. Son tahlilde, kuşkusuz bu güçlerini işçiler için daha iyi olanaklar sağlamak veya yeni iş kollarını sübvanse etmek için değil, otomasyonu finanse etmek için kullanacaklardır. Rodrik, şu anda var olmayan bir hükümet/devlet için bir "Politika El Kitabı" yazıyor. Kendisini temelsiz bir iyimserlik içinde görüyorum.
Bu iyimserliğin sebebini ilginç bir gelişime, 19. Yüzyıl sonlarında “ekonomi politik” veya “siyasal iktisat” öğretisinden siyaset kelimesinin neoklasikler tarafından bilinçli olarak çıkarılmasına bağlayacağım. Öncesinde klasik siyasal iktisatçılar (Smith, Ricardo, Marx, Mill) güç, sınıf ilişkileri, mülkiyet, dağıtım ve devlet otoritesini ekonomik analizin ayrılmaz bir parçası olarak ele alırlardı. Neoklasik ekonominin yükselişiyle birlikte bireysel seçimler, kıtlık, optimizasyon ve pazar dengesi kavramları öne çıkarıldı ve giderek sosyal çatışma ve kurumlardan uzaklaşıldı. Ekonomiye bilimsellik kazandırmak için matematiksel formalizm, marjinal analiz, rasyonel aktörler, denge modelleri ortaya atıldı. Bu değişim sınıf mücadelesi, tarihsel özgüllük, kurumsal güç ve sömürgecilik gibi kavramları (bilinçli bir şekilde) soyutladı. Neticede, Rodrik de nihayetinde bu anaakım iktisatın bir öğrencisi. Ancak geldiğimiz noktada görüyoruz ki, iktisattan siyaseti soyutlamak asla mümkün değil.