Bugün dünyada da Türkiye’de de 2018’den beri gördüğümüze benzer bir ekonomi politikası değişimi sürecinden geçiyoruz.
1995 yılında, yakın zamanda kaybettiğimiz çok değerli Hasan Ersel Hocamızın liderliğindeki Yapı Kredi Bankası Ekonomik Araştırmalar Bölümü’nde başlayan profesyonel ekonomistlik kariyerimi, bu sene ocak ayında, Koç Holding’in başekonomisti olarak çalıştığım 15 yılın sonunda emekli olarak sonlandırdım. Ekonomik krizlerle ve çalkantılarla dolu son 30 yılda bundan daha kötüsü olmaz dediğim her dönemeçte ne yazık ki yanıldım ve beterin beteri vardır deyiminin derin manasını tam anlamıyla idrak ettim. Bu süreçte hem özel hem de iş hayatımda çok sayıda kişinin ekonomide neler olup bittiğini anlamak için bir hayli çaba harcadığını gözlemledim. Buradan hareketle, “ekonomiyi anlamak” için samimi çaba gösteren tüm okuyuculara aklımın yettiği, dilimin döndüğü ölçüde kendimce katkıda bulunmak amacıyla haftalık yazılar yazmaya niyetlendim.
Ekonomiyi anlayabilmek için öncelikle nasıl bir ekonomik sistem içerisinde olduğumuzu anlamak gerekiyor. Cumhuriyet döneminde farklı ekonomik modeller uygulayan Türkiye, 1980 yılındaki 24 Ocak kararlarıyla neo-liberal bir yaklaşımla serbest piyasa ekonomisine geçiş yolunda çok önemli bir adım attı. O tarihten bu yana Türkiye hem reel sektör, hem de finans sektöründe çeşitli serbestleşme adımları atarak, 2005 yılında yayımlanan Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda “işleyen piyasa ekonomisi” ünvanıyla taltif edildi. Arada yaşanan tüm krizlere rağmen, 1980 sonrasında Türkiye’nin ekonomi politikaları, özel sektöre dayalı rekabetçi serbest piyasa ekonomisi prensplerine genel anlamda bağlı kalmaya devam etti. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi neo-liberal küresel ekonomik düzenin ana unsurları Türkiye ekonomisindeki serbestleşme, dışa açılma ve küresel ekonomiye entegrasyon çabalarına destek oldu. 2008 yılında IMF ile yeni bir stand-by anlaşması yapmayan ve IMF’ye olan borcunu 2013’te tamamıyla geri ödeyen Türkiye, o tarihten bu yana yoluna kendi belirlediği ekonomi politikalarıyla devam etse de, genel olarak yukarıda tarif ettiğim politika çerçevesine bağlı kaldı.
2018’den sonra belirgin kırılma yaşanıyor
Tüm bunları hatırlatmamın bir nedeni var: Türkiye’nin 45 yıl önce başladığı ve 2005’te Avrupa Birliği’nden işleyen bir serbest piyasa ekonomisi olduğumuzun tescilini almamızla taçlanan yolculukta 2018’den sonra belirgin bir kırılma yaşanıyor. 2018 yılının Ağustos ayında yaşanan piyasa çalkantısı ve sonrasındaki reel sektör bilanço krizinin ertesinde, serbest piyasa ilkelerinden sessiz sedasız sapmaya başladığımız bir döneme girdik. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’nin gerçek anlamda bir serbest piyasa ekonomisi oluğunu iddia etmenin bir hayli zor olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Nasıl bir ekonomi politikası izleneceği konusu elbette siyasi bir karar. Bir hükümet eğer ülke ve toplum için öylesinin daha iyi olacağını düşünüyorsa, tam rekabetçi serbest piyasa ekonomisinden vazgeçip, daha kontrollü ve kamunun daha baskın olduğu bir ekonomi politikası çerçevesini tercih edebilir. Ne var ki, her birimizin hayatlarını doğrudan etkileme potansiyeli olan böylesine önemli bir karar alınacaksa, bunun demokratik teamüllere uygun bir şekilde, toplumdaki tüm paydaşların katıldığı kapsamlı bir tartışma sürecinden sonra ve şefaflıkla yapılması tercih edilir.
Bugün dünyada da Türkiye’de 2018’den beri gördüğümüze benzer bir ekonomi politikası değişimi sürecinden geçiyoruz. Yalnız arada önemli bir fark var: Trump’ın önce delilik olarak değerlendirilip hafife alınan politikalarının aslında kasımdaki başkanlık seçimleri öncesinde Trump ve ekibinin kampanya söylemlerinde ısrarla anlatıldığını göz ardı etmemek gerekiyor. Yani, Amerikan seçmeni Trump’a oy verdiğinde nasıl bir ekonomi politikasına oy verdiğini biliyordu. En azından bunu merak eden daha bilinçli seçmen kitlesi açısından bu bilgi Trump ve ekibi tarafından gayet doyurucu bir şekilde sağlanmıştı.
Kontrollü ekonomiye geçişin etkilerini kapsamlı değerlendirmeliyiz
Eğer Türkiye’de de siyasi otorite serbest piyasa ekonomisi çerçevesinden uzaklaşıp, daha kontrollü bir ekonomi politikası çerçevesine geçmeye karar verdiyse ki ben öyle olduğunu düşünüyorum, bunun ne tür etkilerinin olabileceğini kapsamlı bir şekilde değerlendirme ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Örneğin, kiralar çok arttı diye kira artışlarına sınırlama getirdiğimizde, enflasyonu kontrol altına almak için kur artışlarını yönetmeye başladığımızda, ya da faizleri asla artırmamaya söz verdikten sonra bundan vazgeçtiğimizde, bunun ekonomi üzerindeki etkilerini hesaplamamız, toplumu bilgilendirmemiz ve buna dayanarak da toplumsal mutabakatı sağlayabilmemiz lazım.
Bu konuda yazmaya devam edeceğim. Uygulanan ekonomi politikalarının arkasında mümkün olduğunca geniş bir destek sağlayabilmek çok önemli. Bunun için de bu politikaların arkasındaki felsefeyi ve ekonomik anlayışı bilmemiz, vaadedilen ekonomi politikalarının toplumsal kesimler üzerindeki etkilerini analiz edebiliyor olmamız lazım. Bu nedenle, her şey “ekonomiyi anlamak” ile başlıyor.