Önümüzdeki dönemde bizi dünyada neyin beklediğini henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Türkiye’de son 30-40 yılda ekonomi politikalarını üzerine inşa ettiğimiz küresel ekonomik yapının temelden sarsıldığıdır.
Küreselleşme sürecinde yüz milyonlarca insanın mutlak fakirlikten kurtulup orta gelir seviyesine yükselmesi ne kadar gerçekse, bu süreçte baş gösteren dengesizliklerin sürdürülemez olduğu da o kadar gerçek. Trump’ın ilk dönemine kadar dünyadaki hakim anlayış, küresel iş birliğinin sadece ekonomik dengesizlikleri değil, giderek ağırlaşan iklim krizinden, salgın hastalıklarla mücadeleye kadar pek çok sorunu çözmede etkili olacağı idi. Ne var ki, Çin ve Rusya başta olmak üzere bazı ülkelerin samimi bir iş birliğine yanaşmaması, hatta küreselleşmeyi kendi çıkarları lehine ama diğer ülkelerin aleyhine olacak şekilde manipüle etmeleri, son yıllarda mevcut haliyle küreselleşmenin sürdürülemeyeceğini düşünenlerin sayısını artırdı. Hiç şüphesiz ideal olanı, bütün ülkelerin koordineli bir şekilde hareket ederek, bu dengesizlikleri ortadan kaldırmayı hedeflemesi. Geldiğimiz noktada bunun böyle olmayacağı açık bir şekilde görülüyor. Her koyunun kendi bacağından asılacağı bu yeni düzende, Türkiye olarak ne gibi risk ve fırsatlarla karşı karşıya kaldığımızı tartışmamız gerekiyor.
Brexit, AB karşıtı akımların sembolü haline geldi
Küreselleşmenin bugün yaşadığı krizle ilgili tartışmalar aslında hiç de yeni değil. Harvard Üniversitesi’nden Dani Rodrik 2007’de yazdığı “Dünya Ekonomisinin Kaçınılmaz Üçlemesi” isimli makalede*, küreselleşmenin bugün yaşadığı krizin haberini bize veriyordu. Rodrik, demokrasi, ulusal egemenlik ve derin bir uluslararası iş birliğinin üçüne birden ve tam olarak aynı anda sahip olmanın imkansız olduğunu, bu üçünden en fazla ikisinin aynı anda mevcut olabileceğini iddia ediyordu. Rodrik, tezinin doğrulanması için pek de uzun süre beklemek zorunda kalmadı: Son 30 yılda çok derin bir ekonomik, siyasi ve toplumsal iş birliğine giden Avrupa Birliği ülkeleri, bu yolda belki demokrasiden taviz vermediler ama ulusal egemenliklerinden ödün vermek durumunda kaldılar. Ne var ki, küreselleşmeden ekonomik fayda sağlamayan toplum kesimlerinin baskısı ve egemenlik kaybından haz etmeyen sağcı partilerin yükselişi, birçok ülkede AB karşıtı akımların güçlenmesine neden oldu. Brexit ise bunun en önemli sembolü haline geldi.
Trump’ın bugün bulunduğu noktadan Rodrik’in imkansız üçlemesini yeniden düşünecek olursak, Trump ve ekibinin bu üçlüden demokrasi ve ulusal egemenliği seçtiğini, buna karşılık derin uluslararası iş birliğini feda ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin, doların rezerv para rolünün gerektirdiği ABD’nin uluslararası iş birliğinin öncüsü ve sürükleyicisi olma durumu, ancak ya demokrasiden, ya da egemenliğinden taviz vererek sürdürülebilecek bir durum haline geldi. Özellikle, ABD iş birliğini öncelerken, Çin’in kendine hizmet eden politikalar izlemesi, Amerikan toplumunda tepkileri giderek artırdı. ABD dolarının rezerv para olması ve dünyanın tasarruflarının Amerika’ya akması finans sektöründeki sermayedarları ve çalısanları zenginleştirirken, bu nedenle değer kazanan dolar ile birlikte ABD imalat sanayinin rekabetçiliğini kaybetmeye başladı. Diğer yandan, ABD gümrük vergilerini minimum seviyelere çekmişken, Çin başta olmak üzere birçok ülkenin hem gümrük tarifeleri hem de tarife dışı engellerle Amerikalı üreticileri pazar dışına itmesi artık sürüdürülemez bir sorun haline geldi. İşte bu noktada Trump ve benzeri sağcı, milliyetçi ve illiberal liderler bu gidişe son verme sözü vererek iktidara yürüyebildi.
Özetleyecek olursak, Trump çok derin uluslararası entegrasyon ve iş birliğinin artık Amerika’ya zarar verdiğini ve bunun mevcut haliyle sürdürülemeyeceğini görmüş durumda. Trump bunu çözmek için, mızıkçılık yapan Çin gibi ülkeleri müzakerelerle ikna ederek daha da ileri bir küreselleşmeyi hedeflemiyor. Aksine, gümrük tarifelerinde yaptığı gibi çatışma ve gerilim yoluyla, gerekirse kol bükerek kendi ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışıyor. Neredeyse merkantilist diyebileceğimiz politikalar, yayılmacı dış siyaset ve güçlü liderliğe yapılan takıntılı vurgu, bize 1930’ların dünyasını ürepertici bir şekilde hatırlatıyor.
Avrupa Birliği’ndeki gibi kültürel ve toplumsal olarak birbirine çok benzeyen ülkelerin bile çok derin bir uluslararası iş birliği deneyimini sürdüremeyecek hale gelmesi, dünya ekonomisinin derinleşen sorunlarının (iklim krizi, aşırı doğa olayları, salgın hastalıklar ve belki de en önemlisi yapay zekâ devrimiyle sembolleşen teknolojik fırsatlar ve riskler) çözümü için elzem olan daha sıkı uluslararası iş birliği hayalini ne yazık ki suya düşürüyor.
Çin ve diğer ülkelerin elleri armut toplamıyor
Trump’ın politikalarının kırmadan ve dökmeden, tereyağından kıl çeker gibi sorunsuzca uygulanması ve başarılı olması pek mümkün değil. Bunun en önemli nedeni sadece hem sıralama hem de zamanlama açısından çok vahim hataların yapılıyor olması değil, başta Çin olmak üzere diğer ülkelerin ellerinin armut toplamıyor olması. Umarım yanılırım ama dünyada yeni bir ekonomik düzen kurulup dengeler sağlanıncaya kadar bir hayli çalkantılı ve çatışmalı bir dönem bizi bekliyor.
Tüm bunların ışığında, Türkiye’nin vakit kaybetmeden yeni bir ekonomik kalkınma stratejisi oluşturması gerekiyor. Önümüzdeki dönemde bizi dünyada neyin beklediğini henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Türkiye’de son 30-40 yılda ekonomi politikalarını üzerine inşa ettiğimiz küresel ekonomik yapının temelden sarsıldığıdır. Bu nedenle, ekonomik sorunlarımızı eski ezberlerle çözmek artık mümkün değildir. Mevlana’nın dediği gibi, düne ait ne kadar söz varsa gitti; şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
* Dani Rodrik, 2007, The Inescapable Trilemma of the World Economy