Cumhuriyet ilan edilmeden 8 ay önce toplanan İzmir İktisat Kongresi, önceliklerin doğru olarak belirlendiğinin en önemli göstergelerinden birisidir.
Cumhuriyetimizin 102’nci yaşını büyük bir coşkuyla kutladık. Bu vesileyle, başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti bize kazandıran kadrolara minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Cumhuriyet sadece bir aydınlanma ve çağdaş uygarlık seviyesini yakalama projesi değil, aynı zamanda ülkemizin ekonomik bağımsızlığını sağlamayı ve toplumun refahını artırmayı hedefleyen bir projedir. Bu nedenle, içinde bulunduğumuz Cumhuriyet haftasında, Atatürk'ün ekonomi vizyonunu genel hatlarıyla değerlendirmekte fayda olduğunu düşünüyorum.
Genç Cumhuriyet, on yıllardır süren savaşlar sonucunda, sadece toprak değil, insan ve fiziksel sermaye anlamında da çok büyük kayıplar yaşamış olan bir ülkeyi devraldı. Geleneksel olarak tarıma ve ticarete dayalı bir ekonomik yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, 19’uncu yüzyılda sanayi devrimini neredeyse tamamen kaçırdı. İmparatorluğun son döneminde, ulaştırma, madencilik, uluslararası ticaret ve bankacılık gibi hayati öneme sahip sektörler, ağırlıkla yabancıların elindeydi. Finans ve ticaret başta olmak üzere birçok sektörde yerli yatırımcılar, ağırlıkla azınlıklardan teşekkül ediyordu. Osmanlı’nın dağılma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma aşamalarında, azınlıkların önemli bir kısmının başka ülkelere göç etmesiyle, genç Cumhuriyet, çiftçilik, zanaatkârlık ve küçük boyutlu ticaretten başka bir şey bilmeyen, yorgun ve tükenmiş bir nüfusla baş başa kaldı.
Atatürk ve arkadaşları, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık için, milli ekonominin güçlenmesi gerektiğinin farkındaydı. Cumhuriyet ilan edilmeden 8 ay önce toplanan İzmir İktisat Kongresi, önceliklerin doğru olarak belirlendiğinin en önemli göstergelerinden birisidir. Kongrede temsil edilen kesimlerin önerileri zaman içerisinde hayata geçirilirken, Cumhuriyetin ilk yıllarında önceliğin, Türkiye’de çok eksik olan özel sektör girişimci sayısının artırılması ve yerli sermaye birikiminin hızlandırılmasına verildiği dikkat çekiyor.
1923-1945 arasında, Türkiye fiyat istikrarını sağlamayı başardı
Tam bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla sağlanacağını bilen Atatürk, bir yandan Osmanlı döneminden kalan borçların ödenmesine çalışırken, diğer yandan, bir daha Düyûn-ı Umûmiye gibi bir durumla karşılaşmamak için, kamu maliyesinde disipline çok büyük önem verdi. Savaşlardan yeni çıkmış genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, 1923-1945 arasında, devlet bütçesi 16 yıl fazla verirken sadece 7 yıl, o da ancak çok sınırlı miktarda açık verdi. Aynı dönemde para arzında da kontrolün elden bırakılmamasıyla, Türkiye fiyat istikrarını sağlamayı başardı.
Atatürk’ün Cumhuriyeti topyekûn bir aydınlanma ve kalkınma projesi olarak tahayyül etmesinin en büyük göstergesi, eğitime verilen önem oldu. Cumhuriyet öncesinde okullaşma oranının çok düşük olması, okulda kalma sürelerinin kısalığı ve nüfus mübadeleleri sonucunda daha eğitimli ve donanımlı azınlık nüfusunun kaybı, ekonomik kalkınma için gerekli olan insan sermayesinin hem nitelik hem de nicelik olarak güçlendirilmesini elzem kıldı. TÜİK’in (o zamanki adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü, DİE) 1973’te yayınladığı “Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı” isimli raporda, 1923-1934 arasında öğrenci sayılarındaki artışa baktığımızda, Genç Cumhuriyetin aydınlanma vizyonunda ne kadar kararlı olduğunu anlıyoruz. Buna göre, 1923’te 341 bin 900 olan ilkokul öğrenci sayısı, 1934’te 643 bin 400’e yükselmiş. Aynı dönemde ortaokul öğrenci sayısı 5 bin 900’den 45 bin 800’e, lise öğrenci sayısı ise 1,200’den 9,800’ye çıkmış. Yüksek öğretimdeki öğrenci sayısı da yine benzer bir artışla 2,900’dan 6,600’a yükselmiş.
Büyük Buhran sonrası, ekonomide kamunun rolü arttı
Atatürk ve arkadaşları bir yandan özel sektörü geliştirme ve sermaye birikimini hızlandırmaya çalışırken, altyapı, ulaştırma, enerji ve ağır sanayi gibi alanlarda kamunun öncü rol oynaması gerektiğinin de farkındaydı. 1929 ve1930’da ABD ve Avrupa’yı kasıp kavuran Büyük Buhran sonrasında, dünya genelinde kamunun ekonomideki rolünün artmaya başlaması, o dönemde Türkiye’de de benzer eğilimlerin güçlenmesine neden oldu. Özellikle Sovyetler Birliği’nin Büyük Buhran’dan hiç etkilenmemiş olması, ekonomide kamunun rolünün artmasını savunanların tezlerini bir hayli destekledi. Bunun sonucunda, 1932’de ekonomiyi planlama çalışmaları başladı ve 1933’te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı yürürlüğe girdi. 1938’te ikincisi kabul edilen plan, savaş nedeniyle uygulanamadı. Türkiye, ekonomik planlamaya 1963’te geri döndü. Artık eskisi kadar önem taşımasa da, bugün itibariyle 2024-2028 dönemini kapsayan 12’inci Kalkınma Planı’nın yürürlükte olduğunu hatırlatmak isterim.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden şekillenen uluslararası ekonomik mimarinin etkisi ve 1950’deki seçimlerde işbaşına gelen Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti’nin ekonomik vizyonu, 1950’li yıllarda yeniden özel sektör ağırlıklı ekonomi politikalarına dönülmesine vesile oldu. Bu noktadan sonra Türkiye’nin çok daha inişli çıkışlı ve genel olarak istikrarsız bir ekonomik ortama savrulduğunu görüyoruz. Ne yazık ki ekonomimizin bu özelliği hala devam ediyor. Devam edeceğim.