Ücret artışları, yüksek enflasyon ortamında alım gücünü korumak için zorunlu hale gelir; eğer büyüme de söz konusuysa, buna ek olarak refah payının da ücretlere yansıtılması gerekir.
Asgari ücret tartışmaları tüm hızıyla devam ediyor. Türkiye’de yaşanan yüksek enflasyon yalnızca TL bazında değil, döviz bazında da oldukça yüksek seyrediyor. Bu nedenle son yıllarda ücretlerde de özellikle döviz cinsinden, ciddi artışlar yaşandı. Uluslararası rekabette işgücü maliyetlerinin kritik öneme sahip olduğu emek yoğun sektörlerde bu maliyetlerin belirleyici olduğu düşünüldüğünde; Türkiye gibi çok sayıda emek yoğun sektöre sahip bir ekonomide, ücretlerin döviz bazında hızla artması reel sektörün rekabet gücünü zorlamaya başladı. Bu çerçevede, asgari ücret artışları da zamanla enflasyonun bir nedeni gibi tartışılmaya başlandı.
Öncelikle altını çizmek gerekir ki, asgari ücret ve genel olarak ücretler enflasyonun nedeni değil, sonucudur. Ücret artışları, yüksek enflasyon ortamında alım gücünü korumak için zorunlu hale gelir; eğer büyüme de söz konusuysa, buna ek olarak refah payının da ücretlere yansıtılması gerekir. Toplumun büyük bir kesiminin açlık sınırına yakın ya da bu sınırın altında ücret aldığı bir ortamda, ücret artışlarını sınırlamak çok daha dramatik bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Elbette bazı sektörlerde asgari ücretin üzerinde ücretler ödenmektedir; ancak İstanbul gibi büyük şehirler, belirli teknik alanlar ve bazı özel sektör kolları dışındaki ücretler, Türkiye ortalamasında istisna niteliğindedir.
Ücretlilerin yalnızca %12,7’si asgari ücretin iki katından yüksek gelire sahiptir
DİSK Araştırma Merkezi’nin, TÜİK Hanehalkı İşgücü Araştırması verilerini kullanarak yaptığı hesaplamalara göre Türkiye’de özel sektörde çalışan yaklaşık 17 milyon işçinin 8,36 milyonu asgari ücret ve altında, yaklaşık 6 milyonu ise asgari ücrete dahi erişemeyen bir ücret düzeyinde çalışmaktadır. Bunların içinde 1,6 milyon kişi asgari ücretin yarısı civarında, 8.500 TL ve altında gelir elde etmektedir. Bu kesimin büyük ölçüde kayıt dışı çalışanlardan oluştuğu açıktır. Toplamda, ücretli çalışanların %87,3’ü (yaklaşık 15,6 milyon kişi) asgari ücretin iki katı ve altında bir gelir elde ederken, yalnızca %12,7’si asgari ücretin iki katından daha yüksek bir gelire sahiptir.
Normal koşullarda, Türk-İş’in dört kişilik bir aile için açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırları referans alındığında, asgari ücretin bu sınırların üzerinde belirlenmesi beklenir. Ancak son yıllarda asgari ücret, açıklandığı andan birkaç ay sonra yeniden açlık sınırının altına düşmektedir. Kasım ayı itibarıyla açlık sınırı yaklaşık 29.800 TL seviyesindedir. Bunun üzerinde bir ücret, yani 30.000 TL civarında bir asgari ücret, yaklaşık %40’a yakın bir artış anlamına gelmektedir. Ancak yeniden değerleme oranının hedeflenen enflasyona göre belirleneceğine dair açıklamalar, enflasyon ile mücadelede gelirler politikasının daha fazla devreye gireceğine, asgari ücretin de hedef enflasyon bandının biraz üzerinde şekilleneceğine dair sinyaller vermektedir. Tahminimiz artış oranının %25–27 bandını aşmayacağı yönünde bulunuyor.
Asgari ücretin daha yılın başından itibaren enflasyonun altında kalması ve reel kayıpların hızla artması riski ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak asgari ücret, yüksek enflasyonun bir sonucu olarak faiz indirimleriyle başlayan ve kur politikasıyla devam eden süreçte; enflasyonla mücadelenin asli yöntemi olan “bir süre büyümeden feragat etme” tercihi uygulanamadığı için, katılaşmış bir enflasyon ortamında erimeye devam etmektedir.
Çözüm, yükün bir kısmının kamu tarafından üstlenilmesi
Bu tabloda gelir dağılımı daha da bozulmakta, en büyük maliyet çalışanların üzerine yıkılmaktadır. Öte yandan, başta sanayiciler olmak üzere işverenlerin de de birkaç yıl içinde bu ölçekte artan maliyetler nedeniyle rekabet gücü kaybetmeleri anlaşılabilir bir durumdur. Görünen o ki, enflasyonla mücadelenin yükü hem ücretle çalışanlar hem de ağırlıklı sanayici üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu noktada çözüm, yükün bir kısmının kamu tarafından üstlenilmesidir. Başta vergi dilimlerinin güncellenmesi olmak üzere, işgücünün üzerindeki vergi yükünün azaltılması, ihracatçı firmalara yönelik vergi düzenlemeleri, borç yapılandırmaları ve uzun vadeli kredi imkânlarının yaratılması büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, büyümeden geçici olarak feragat edilen bir dönemde döviz kurlarının rekabetçi bir seviyeye getirilmesi, Türkiye’nin sağlıklı bir büyüme patikasına geçişini kolaylaştıracaktır. Enflasyon düşmeye başladığında, döviz bazında ücretler bir süre baskı altında kalsa bile satın alma gücü artacak ve rekabet gücü de desteklenecektir.
Asıl amaç; bir kalkınma planı çerçevesinde gelir dağılımını iyileştiren, sürdürülebilir büyümeyi sağlayan ve refahı tüm topluma yayan bir ekonomik yapıyı tesis edebilmektir. Akademik çalışmalar da ücret artışlarının ne enflasyonun temel nedeni ne de istihdam kaybının ana sebebi olduğuna dair güçlü sonuçlara ulaşmamaktadır. Enflasyon yeterince güçlü olmayan para ve maliye politikalarının, gerçekleştirilemeyen yapısal reformların ve bir süre büyümeden vazgeçememenin bir sonucudur. Tartışmayı ücret üzerinden yürütmek, gelir dağılımını daha da bozmak ve motivasyonu düşmüş bir işgücünün yaratacağı görünmeyen kayıpları artırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.