Yapay zekâ artık günlük hayatın sıradan bir parçası. Bir konuşmayı taslaklıyor, bir e-postayı düzeltiyor, bir yazılım kodu üretiyor. Biz bu pratik kolaylığa alışırken gözden kaçırdığımız bir gerçek var: Bu zekânın beslendiği içerikler, aslında insan emeğinin ürünleri. Yazarların, gazetecilerin, müzisyenlerin, programcıların ve sanatçıların yıllarca ortaya koyduğu eserler, büyük teknoloji şirketlerinin devasa modellerinde görünmez bir şekilde yeniden hayat buluyor.
Bu yazıda fikirlerini çokça kullandığım Mazzucato ve Gernone’un vurguladığı gibi, yapay zekânın yükselişi aslında kamusal bir emeğe dayanıyor. Milyonların üretimi, birkaç şirketin kasasında milyarlarca dolarlık gelire dönüşüyor. Peki, bu tabloda emeğin karşılığı nerede? Sanatçılar, gazeteciler ya da yazılımcılar giderek daha güvencesiz koşullarda yaşarken, onların ürettikleri içeriklerden dev şirketler nasıl bu kadar rahat kazanç sağlayabiliyor?
Sorun sadece telif meselesi değil. Daha derin bir meseleyle karşı karşıyayız: Değerin paylaşımı. Klasik ekonomi, değeri emek-sermaye- toprak üçgeninde açıklıyordu. Oysa bugün bilgi, yaratıcılık ve kültür en az sermaye kadar stratejik. Ancak bu değer, piyasada adil biçimde karşılığını bulamıyor. Çünkü bilgi kopyalanabilir, yeniden üretilebilir, sınırları kolayca aşabilir. Bu yüzden kültürel üretim giderek daha fazla “kamusal mal” niteliği kazanıyor. Ve kamusal malların kaderi bellidir: Eğer ortak finansmanla desteklenmezlerse, er ya da geç aşınırlar.
Burada yeni ekonominin yaklaşımı devreye girmeli. Eğer yapay zekâ modelleri kamusal bilgi ve kültürden besleniyorsa, bu beslenmenin bedeli de kamusal yollardan ödenmeli. Gernone’un önerisi son derece yerinde: Büyük yapay zekâ şirketlerinin gelirlerine bir katkı payı eklenmeli ve bu kaynak doğrudan kültürel üretimi desteklemek için kullanılmalı. Böylece yaratıcı emek, piyasanın iniş çıkışlarına, algoritmaların keyfine bırakılmadan sürdürülebilir biçimde desteklenebilir.
Burada asıl mesele, yalnızca sanatçıya ya da gazeteciye “hak ettiği payı vermek” değil. Daha da önemlisi, toplumsal yaratıcılığı canlı tutmak. Çünkü yeni ekonomi bize şunu gösteriyor: Yaratıcılık yalnızca bireysel tatmin değil, aynı zamanda kolektif bir yatırım. Ortaya çıkan eserler eğitimden bilime, demokrasiden toplumsal dayanışmaya kadar pek çok alanda değer üretiyor. Peki, bu değeri yalnızca reklam gelirlerine, algoritmalara ve dev platformların insafına bırakmak ne kadar akıllıca?
Üstelik bu mesele sadece kültürle sınırlı değil. Yapay zekâ sistemlerinin arkasındaki veri merkezleri tonlarca enerji ve su tüketiyor. Yani teknoloji, hem insan emeğini hem de doğayı sessizce sömürüyor. O halde yeni ekonomi yalnızca kültürel fonları değil, ekolojik fonları da gündeme almalı. Büyük şirketlerden alınacak katkı payları, aynı zamanda sürdürülebilir enerji ve altyapı yatırımlarına yönlendirilemez mi?
Bugün BBC’nin lisans modeli ya da Fransa’nın sinema fonları bize bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ama artık ulusal değil, küresel ölçekte düşünmek zorundayız. Çünkü yapay zekâ yalnızca bir ülkenin değil, tüm dünyanın emeğini kullanıyor. İnternetteki içerik sınır tanımıyor; o halde finansman modeli de uluslararası dayanışmayı gerektiriyor.
Asıl soru şu: Teknolojinin yarattığı devasa değer kimlere ait olacak? Bir avuç şirkete mi, yoksa onu mümkün kılan milyonlara mı? Eğer yeni ekonomiyi şekillendirmek istiyorsak, cevabımız çok net olmalı. Yapay zekâ insan emeğinin ürünü ise, onun kazancı da insana geri dönmeli.
Her yapay zekâ çıktısında gizli bir kolektif emek var. Bu emeğin karşılığını vermek, yalnızca adaletin değil, sürdürülebilirliğin de gereği. Ve yeni ekonominin en temel sorusu tam burada düğümleniyor: Teknoloji kimin için değer yaratıyor ve bu değer kimlerle paylaşılıyor?