Ekonomik büyüme, uzun yıllar boyunca kalkınmanın nihai göstergesi olarak sunuldu. Daha çok üretmek, daha çok ihracat yapmak, daha fazla yatırım çekmek; her şey bu üçlü mantık etrafında şekillendi. Ancak bu hedef, zamanla bir araç olmaktan çıkıp bir amaca dönüştü. Bugün “büyüme”, yalnızca ekonominin değil, politik kararların, kurumların ve hatta bireysel değerlerin merkezine yerleşmiş durumda. Ama büyüme bu kadar mutlak hale geldiğinde, insan ve doğa gider kalemine dönüşüyor. 2013’te Bangladeş’te Rana Plaza’nın çökmesiyle yüzlerce tekstil işçisi yaşamını yitirdiğinde dünya bir anlığına durdu. Ama yalnızca bir anlığına. Aradan on iki yıl geçti, 2025’te Kocaeli’nde bir kozmetik üretim tesisinde çıkan yangında altı kadın öldü—ikisi henüz çocuktu. Aradan yıllar geçse de hikâye değişmedi. Çünkü sistem değişmedi.
Küresel üretim ağlarını besleyen bu büyüme modeli, kadın emeğini en kırılgan halkaya dönüştürdü. İnsan, ucuz işgücü olarak fason üretim hatlarına sıkıştırılıyor; göçmen, yoksul, çocuk ya da kayıt dışı olduklarında ise tamamen görünmezleşiyorlar. Üstelik bu zincir yalnızca bir ülkenin değil, küresel ekonominin yapısal bir sonucu: çok uluslu markalar, tedarik zincirinin en altındaki üreticilere maliyet baskısı uyguluyor; üreticiler bu baskıyı işçilere aktarıyor; ve sonunda, büyümenin faturası her zaman en yoksullaştırılan ve güvencesizleştirilen gruba kesiliyor.
Büyüme, bir kâr maksimizasyonu hedefidir ama unutmamak gerekiyor ki her maksimizasyon bir minimizasyonu da beraberinde getirir. Kâr büyürken yaşam küçülür. Verimlilik artarken güvenlik azalır. Bugün Bangladeş’teki bir tekstil işçisiyle Kocaeli’ndeki bir kadın işçinin kaderini birbirine bağlayan tam da bu sistemsel denklem: insanı, doğayı ve emeği maliyet kalemi olarak gören ekonomi politikaları.
Büyüme, adaletin eksenine oturturmalı Neoliberal politikalar, devletin ekonomideki düzenleyici rolünü “inovasyonun önündeki engel” olarak tanımladı. Vergiler, denetimler ve sosyal koruma mekanizmaları, piyasa hızını yavaşlattığı gerekçesiyle geri plana itildi. Oysa bu süreç, yalnızca ekonomiyi değil, yaşamı da denetimsiz bıraktı. Oysa büyüme, regülasyonsuz kaldığında kamusal yarar üretmiyor; tam tersine, maliyetleri toplumun kırılgan geneline yayıyor. Bugün yaşadığımız krizler —yangınlar, çevre felaketleri, gelir eşitsizlikleri— yalnızca denetimsizlik değil, küresel ekonomik politik tercihler sonucu ortaya çıkıyor. Büyümenin “özgürleştiği” bu dönemde, aslında kamusal koruma alanı daraldı; risk, sistematik biçimde bireye devredildi.
Bugün sandık ötesi demokrasiye sarılma gerekliliğinin en temel nedenlerinden biri de bu. Çünkü büyüme takıntısının yarattığı kriz yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda büyük bir adalet, insan ve çevre hakları krizi. Kamunun ne olduğuna, kimin adına ve nasıl hareket ettiğine dair tanımlarımızı yeniden düşünmemiz gerekiyor. Devleti piyasadan tamamen çekmek de, onu otoriter biçimde geri çağırmak da çözüm değil. Gereken, kamusal otoriteyi yeniden hayal etmek; denetleyen, koruyan ve ortak faydayı gözeten bir kamu anlayışı. Bu hayal, yeni bir otokrasiyi değil; demokrasiyi, katılımı ve yenilikçi yönetişim biçimlerini birlikte tasarlamayı gerektiriyor. Ancak bu şekilde büyümeyi yalnızca sayısal bir hedef olmaktan çıkarıp, toplumsal refahın ve kamusal değerin aracı haline getirebiliriz.
Bugün artık büyümenin miktarını değil, yönünü ve niteliğini tartışmamız gerekiyor. Ekonomik başarı, yalnızca GSYH artışıyla değil; toplumsal ve çevresel adalet ile ölçülmeli. Üretim ilişkileri hızdan çok adaletin, rekabetten çok güvenliğin eksenine oturmadıkça büyüme, istatistiklerin ötesinde bir anlam taşımayacak. Büyümenin asıl sınavı artık “ne kadar” değil, “nasıl” sorusu. Ve o sorunun yanıtı, giderek daha fazla insanın yaşam hakkıyla sorulmaya devam ediyor.