Son yıllarda hem Türkiye’de hem dünyada “etki” kelimesi benzersiz bir hızla yayılıyor. Kurumsal sosyal sorumluluk projeleri, etki yatırımı, sosyal girişimler, sürdürülebilirlik raporları… Hepsinin ortak bir iddiası var: Değer yaratmak. Ancak kritik bir soru çoğu zaman atlanıyor: Kimin için ve nasıl bir değer?
Bugün özel sektörün, filantropinin ve projeciliğin verdiği cevaplar kulağa hoş gelse de, çoğu zaman derine inemiyor. Çünkü ortada bir tasarım yok. Değer, rastgele ilişkiler ve ölçülmeyen etkiler üzerinden tarif ediliyor. Projeler çoğalıyor, raporlar kalabalıklaşıyor; ama bu çabanın topluma, doğaya ve gelecek kuşaklara nasıl yansıdığı belirsiz kalıyor. İşte bu yüzden etki alanının özü olan kamusal değer ve etkinin müşterek hale gelmesi giderek gölgede kalıyor. Oysa sosyal girişimlerin yapmaya çalıştığı şey tam olarak bu: İnsanlık, çevre ve toplumsal iyilik için kamusal değer üretmek. Bir sosyal girişimin yarattığı etkinin devamlılığı, yalnızca iyi niyet veya bağışlarla mümkün değil; doğru kamusal politikalarla, kapsayıcı mevzuatlarla ve uzun vadeli bir küreseli gören yerelle bağ kuran kamu vizyonuyla mümkün.
Basit bir örnek düşünelim. Eğitim üzerine çalışan bir sosyal girişim, ilkokullardaki çocuklara yenilikçi bir beceri kazandırıyor olsun. Çocukların o etkiyi gerçekten hayat boyu taşıyabilmesi, o beceriyi geliştirebilmesi, yalnızca o girişimin çabasıyla mümkün değil. Kamusal politikaların, müfredatın, yerel yönetimlerin, öğretmen kapasitesinin ve sistemin bütününün buna eşlik etmesi gerekiyor. Aksi hâlde etki, güzel bir anı olarak kalır, sistemsel bir dönüşüm yaratamaz. Aynı durum girişimin kendisi için de geçerli. Sosyal girişimlerin önünü açacak bir ekosistem, yatırımın yönünü belirleyen doğru teşvikler, hukuki tanımlar, finansmana erişim mekanizmaları olmadan, “etki üretmeye devam edin” demek gerçekçi değil. Kamusal politika yoksa etki devam edemez. Özellikle piyasa koşullarının zorlaştığı dönemlerde yani tam da bugünlerde olduğu gibi etki mekanizmaları, profesyonelleri ve organizasyonlar piyasa baskısıyla gittikçe aşınır.
Bu yüzden yirmi birinci yüzyılda hepimizin önünde büyük bir görev var: Kamu kurumlarının rolünü yeniden düşünmek. Dünyanın karşı karşıya olduğu krizler – iklim, eşitsizlik, teknolojik dönüşüm, yoksulluk, toplumsal güvensizlik – artık tekil projelerle, dışarıdan alınan parçalı danışmanlıklarla çözülemez hâle geldi. Verimliliği, yaratıcılığı ve üretkenliği giderek aşağı çeken bu yaklaşım, kamusal kurumların kendi kapasitesini de gittikçe öldürüyor. Artık ihtiyacımız olan şey, kamunun kendi kamusal değer yaratma pratiğini yeniden inşa etmesi. Devletin yalnızca düzenleyen veya denetleyen bir otorite değil, toplumsal dönüşümün aktif taşıyıcısı olduğu yeni bir anlayış. Bu anlayış, herkesin sürece katılabileceği alanlar açmalı sosyal girişimlere, sivil topluma, yerel topluluklara ve yaratıcı çözümlere yer bırakmalı.
Büyük olan her özne – devlet dâhil – varlığı gereği bir şiddet üretme potansiyeli taşır. Bu nedenle kamusal gücü yeniden tahayyül ederken onu bir otoriter baskı aracına değil, insanları birbirine bağlayan, ortak faydayı çoğaltan bir güç olarak kurmak zorundayız. Kamunun kapsayıcı yönünü, bağ kurma kapasitesini ve toplumsal hayal gücünü küresel ölçekte yeniden canlandırmamız gerekiyor. Bugünün dünyasında etki artık bir alan değil, bir iddia. Ve bu iddianın gerçek olabilmesinin tek yolu, kamusal politikanın, kamusal aklın ve kamusal hayal gücünün yeniden güçlenmesinden geçiyor. Etkiyi kalıcı kılan şey projeler değil; müşterek yaşam pratikleridir.
Eğer müşterek bir değer zinciri, müşterek bir yaşam inşa etmek istiyorsak – ki bu çoklu krizlerden çıkışın başka bir yolu yok – önce kamusallık anlayışımızı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Bugün sosyal girişimcilerin, sosyal ekonominin tüm aktörlerinin ve sivil toplumun ana rollerinden biri tam da bu: Kamusal değer üretme kapasitemizi yeniden hatırlatmak, güçlendirmek ve kalıcı hâle getirmek. Aksi takdirde etki yaratma potansiyelimizin sınırlanmasının baskısı bizi hep geri çekecek.