1980’lere kadar uluslararası finans piyasalarından büyük ölçüde izole olan Türkiye, kısa vadeli sermaye ve portföy yatırımlarıyla, ancak 1980'lerin ikinci yarısından sonra tanışmaya başladı. 1980’ler sonrası serbestleşme adımları dış finansmana bağımlılığını kalıcı hale getirdi, bugün yaşanan kırılganlıkların zeminini oluşturdu.
Geçen haftaki yazımı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen yenidünya düzeninin ve 1950’de Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesinin, Cumhuriyetin ilk döneminde uygulanan ekonomi politikalarında önemli değişikliklere neden olduğunu belirterek noktalamıştım. 1950 sonrasındaki dönemi, uzun uzadıya değerlendirme niyetinde değilim. Bunun yerine, o yıllardan itibaren Türkiye ekonomisi üzerinde muazzam etkileri olan dış açıklar, ödemeler dengesi ve yabancı sermaye hareketleri konularını odaklanarak, bugün bile yaşamakta olduğumuz bazı sorunları anlamlandırmaya çalışacağım.
Türkiye 1990'lara kadar, uluslararası finans piyasalarından neredeyse tamamen izole durumdaydı. Türkiye'nin dış finansmanı, 1950'ler ve 1960'larda çoğunlukla, IBRD, İslami Kalkınma Bankası, Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası’ndan alınan kredilerle sağlanıyordu (Tablo 1). Türkiye'de orta ve kısa vadeli sermaye hareketleri ancak 1963'te başlasa da, yıllık rakamlar 1977'ye kadar 100 milyon doların altında kaldı. Yani, bugün bildiğimiz anlamda sıcak para peşinde koşan portföy yatırımcıları henüz hayatımıza girmemişti.
Tablo1'deki sermaye hesabı verileri, 1950'ler ve 1970'ler arasında sermaye akımlarında artışlar olsa da, sermaye hesabı bakiyesinin milli gelir içindeki payının artmadığını gösteriyor. 1950-59 döneminde sermaye hesabı dengesinin GSMH içindeki payı %1,9 iken, 1960'larda %1,6'ya, 1970-1974 döneminde ise %1,5'e gerilemiş.

Merkez Bankası, 1975 yılından itibaren daha ayrıntılı ödemeler dengesi istatistikleri yayınlamaya başladı. Bu verileri incelediğimizde, sermaye hareketlerinin 1990 yılına kadar önemli bir öneme sahip olmadığını görüyoruz. 1974 yılındaki petrol krizinin ardından Türkiye, uzun vadeli nitelikte ikili dış krediler bulmak zorunda kalmıştı. 1974-1978 yılları arasında önemli bir borç geri ödemesi olmadığından, Türkiye yılda yaklaşık 1 milyar dolar tutarında sermaye hesabı fazlası verebilmişti. Ancak, petrol krizinden sonra alınan kredilerin geri ödemeleri başladığında, Türkiye'nin sermaye hesabı dengesi 1979 yılında, 1962'den beri ilk kez, 1950'den beri ise sadece ikinci kez açığa döndü. Tablo 2'den görülebileceği gibi, sermaye hesabı dengesi 1975-1989 yılları arasında fazla vermiş olsa da, bu fazlaların milli gelir içindeki payı önceki 25 yıldan bile daha düşük kaldı.
Türkiye, kısa vadeli sermaye ve portföy yatırımlarıyla, ancak 1980'lerin ikinci yarısından sonra tanışmaya başladı. Bu döneme kadar, kadar doğrudan yabancı yatırımlar da yok denecek kadar azdı. Türkiye, ancak 1987'den sonra yılda 1 milyar ABD Doları tutarında doğrudan yabancı yatırım çekmeye başlasa da, bu rakam diğer gelişmekte olan ülkelerinkiyle kıyaslanamaz seviyedeydi.
Türkiye'nin sermaye hesabı dengesinde önemli yansımaları olan bir diğer önemli gelişme, ülkenin 1979, 1980 ve 1982 yıllarında gerçekleştirdiği borç yeniden yapılandırmasıdır. Bu gelişme, Tablo 2'deki istisnai finansman kaleminden izlenebilir. Bugün pek hatırlanmasa da, o dönemde dış borçların yeniden yapılandırılması, Türkiye'nin uluslararası finans piyasalarına erişim çabalarına büyük bir darbe vurmuştur. Ancak, Türkiye'nin daha sonra yükümlülüklerini yerine getirmedeki başarısı ve ülkenin 1980'ler boyunca geçirdiği reform süreci, 1980'lerin sonlarında uluslararası finans piyasalarına geri dönmesini mümkün kılmıştır.