Kampüsteki sevdalı
“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap”
Ben dersimi bitirmiştim. Ofisime dönüyordum. Araba düz yola gelince elektrikli sistem devreye girdi ve iyice sessizleşti. Tam o sıra yine dersten çıkmış, başka bir binadaki dersine giden kız öğrenciyi gördüm. Araba hızlı değildi. Bir hesap yaptım hızlıca; hızlansam belki çarpışmayı atlatabilirdim. Ama benim öğrenciye çarpma olasılığım vardı. Çevreyi rahatsız etmek istemiyordum. Bu yüzden korna da çalmadım; durdum. Öğrencinin arabayı fark edeceğini umarak bekledim. Ama olmadı. Öğrenci geldi, yandan arabaya çarptı. Çünkü yürürken çevresine bakmıyordu. Gözü elindeki cep telefonundaydı. Ve de yüzünde çok mutlu bir ifade vardı. Belli ki sevdiği ile yazışıyordu. Hiç bir şey umurunda değildi. Çarpışmayı ucuz atlatmıştı. Sadece biraz sağ dizini ovuşturdu. Sonra arabanın içindeki bana baktı, göz göze geldik. Biraz mahcup, gülümsedi. “Oldu bir kere; özür dilerim” der gibi başını yana eğip ellerini göğe açtığı zaman fark ettim, çarpma sırasında telefonunu da düşürmemişti. Sonra “Ben, gider” der gibi bir el hareketi yapıp yürüdü. Yine başı öne eğik, gözü telefonunda, yaza yaza yürüdü gitti. Herhalde “Ay, ne oldu biliyor musun? Senin yüzünden bir hocanın arabasına çarptım ”diye yazıyordu.
Bebek arabalı çift
“Çin işi, Japon işi
Bunu yapan, iki kişi
Biri erkek, biri dişi.”
Önümde bebek arabasını süren çifti görünce bu tekerlemeyi anımsadım. Kadının ve erkeğin birer elleri
bebek arabasında idi. Arabayı ortak sürüyorlardı. Diğer ellerinde ise akıllı telefonları, kulaklarında kablosuz kulaklıkları vardı; sanırım bir şey seyrediyorlardı. Öylesine dalmışlardı ki akıllı telefonlarına. Yanlarından geçtim; beni fark etmediler. Arabadaki bebek, bebek gibi uyuyordu. Nedense bütün bebekler sanki toplu üretimden çıkmış gibi, birbirine benzer. Belki yukardaki tekerleme de bu yüzden çıkmıştır diye düşündüm. Öylesine dalmışlardı ki akıllı telefonlarına, bebek erken uyanıp arabadan inse, belki onu da fark etmeyeceklerdi. Öylesine dalmışlardı ki akıllı telefonlarına, birbirlerine de bakmıyorlardı. Yüzlerinde çok kutsi bir ifade vardı. Acaba aynı videoyu mu seyrediyorlardı? Düğün videoları mıydı? Genç kadın tesettürlü idi. Belli ki dindar kişilerdi. Acaba meşhur bir vaizin önemli vaazını mı dinliyorlardı? Yol bitse, ailecek huşu içinde boşluğa uçacaklar gibi geldi bana. Neyse ki, yol düzdü. Ben de yolun sonuna gelmiştim, binadan içeri girerken çiftin arkasından baktım. Aile saadeti içinde yürüyorlardı.
Yemekteki aile
“Dağ başındasın;
Derdin günün hasretlik;
Akşam olmuş,
Güneş batmış,
İçmeyip de ne halt edeceksin?”
Bir akşamüstü deniz kenarında yürürken lokantadaki aileyi görünce Orhan Veli’nin bu şiirini anımsadım. Şiir, ortama uygundu. Şiirin “Dağ başındasın” dizesini “Deniz kenarındasın” diye uyarladım. Herkesin, her yaşta, hasretini çektiği bir şey vardır. Bu nedenle hasretlik kısmı da tamamdı. Yaz akşamı idi, güneş yeni batmıştı. Gökyüzü, bir renk cümbüşü idi. İçki için çocukların yasal yaşları da tamamdı. İçkiler yemekten önce gelmişti. “ Hadi çocuklar, sağlığınıza” deyip kadehler tokuşturulmuş, ilk yudumlar da alınmıştı. Ama sağ eller hâlâ bardakları tutuyordu. Her bir sol elde ise akıllı bir cep telefonu vardı. “Masa da masaymış ha”; masa bu dört dünyayı taşıyordu. Masadaki her biri, bu dört ayrı dünyadan birine dalmıştı. O anda sadece Wi-Fi’leri ortaktı.
Dersteki pişkin delikanlı
“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma”
Yine üniversite günlerim; sınıftayım. Derse başlayalı on dakikayı geçmiş. Konuya girmişiz. Ama bir öğrencim henüz girmemiş. Çünkü başı öne eğilmiş; gözü, sıra altına gizlediği telefonda. Habire bir şeyler yazıyor, bekliyor. Sonra mesaj gelince yine yazıyor. Uygulamalar da henüz o kadar gelişmemiş. Yoksa telefonumda hemen Edip Akbayram’ı yüksek sesle açıp söze Sabahattin Ali’nın sözleri ile gireceğim “Başın öne eğilmesin”. Ama delikanlının dikkatini çekmek için başka bir yol seçtim. Konuşurken, cümlenin ortasında durdum. Sınıfta tam bir sessizlik oldu. Telefonu ile uğraşırken fondaki ses durunca delikanlı da “Ne oluyor, ders bitti mi?” diye başını kaldırdı. Göz göze geldik. Sınıftaki diğer öğrenciler de ne oluyor diye çevreye bakındılar. Ben de “Delikanlı, bana mesaj çekiyorsan çekme, ulaşmaz. Çünkü telefonum kapalı” dedim. Sınıf kıkırdadı, ama delikanlı gayet pişkin “Hayır Hocam, size çekmiyorum” dedi ve telefonuna döndü. Ben de şarkıyı kendi içimden söylemeye başladım” Aldırma gönül, aldırma” derse devam ettim.
İş dünyası “LTP (Land The Plane)”
Geçen haftalarda The Wall Street gazetesinde “Toplantılarda çalışanların mesajlaşması konusunda CEO’lar çok öfkeli” (CEOs Are Furious About Employees Texting in Meetings” diye bir makale çıktı (https://www.wsj.com/lifestyle/careers/jamie-dimon-texting-phones-meetings-0df23b9e?mod=Searchresults&pos=1&page=1).
Makalede ilginç alıntılar var. Örneğin, Airbnb Şirketi’nin CEO’su Brian Chesky yöneticilerine sormuş: “Şirketin başına bela olacak en yaygın sorunumuz nedir?” Bir yönetici şöyle demiş: “Toplantılardaki Airbnb çalışanlarının çoğu toplantıya katılmıyor; telefonları veya dizüstü bilgisayarları ile uğraşıyorlar.” Chesky sonra eklemiş: ”Bu, büyük bir sosyal problem. Bazen toplantılarda ben de mesaj yazıyorum telefonumdan. O zaman beni gören çalışanlar da yazıyor”
Bir başka örnek, JP Morgan Chase CEO’su Jamie Dimon’dan. Toplantılardaki elektronik aygıt kullanımını işaret ederek yatırımcılara yazdığı mektupta şöyle demiş: “Bu gidiş durmalı. Bu iş saygısızlık, zaman israfı”. Diomen, “En Güçlü Kadınlar Zirvesi”nde (Fortune’s Most Powerful Women Summit) şöyle konuşmuş: “Benim karşımda oturmuşsunuz, önünüzde iPad’iniz var. Görünen o ki, e-mail’leirinizi okuyor, ya da size gelen bildirimlere bakıyorsunuz. O zaman size “Kapat şu lanet şeyi” derim.
Bir başka alıntı da QXO Şirketi’nin milyarder CEO’su Brad Jakobs’tan. Yazdığı bir kitapta “Elektrik Toplantılar”
(Electric meetings) diye bir bölüm ayırmış. Şöyle demiş: “ Birçok toplantı, ölümcül derecede sıkıcıdır ve bir sürü pasif dinleyici ile doludur. Sanki koltuklar insan şeklinde kesilmiş karton cisimlerle doludur.”
Şu ana kadar söz konusu gazete makalesinden aktardıklarım telefonlar ve diğer elektronik aygıtlara ilişkin olumsuz görüşler idi. Goodwin Recruiting Şirketi CEO’su Andy Decker ise telefonları yararlı kullanımdan yana. “Örneğin, ben konuşurken lafı fazla uzatırsam telefonuma şöyle bir mesaj gelmesi faydalı oluyor: LTP; “Land The Plane” sözcüklerinin kısaltılmış hali. Yani, fazla dolaşma artık; indir şu uçağı. Ya da şöyle bir mesaj faydalı oluyor: Bu konuda girme o kadar derine. Dinleyicilerini kaybediyorsun.”
Çözüm
Akıllı telefonu, akılsız biri kullanırsa sonuçlar akılsızca oluyor. Özel kullanımlar için fazla bir şey demeyeceğim. Bu tamamen kişişel seçim. Yanlış kullanırlarsa, yersiz kullanırlarsa zararı kendilerine. Ama kullanım başkalarına zarar veriyorsa buna engel olmak gerekir.
Derslerde veya toplantıda birisi konuşurken telefona bakmak, elektronik aygıt kullanmak en hafif deyimi ile saygısızlıktır. Kürsüdeki kişinin canını sıkar, motivasyonunu söndürür. Sonuçta salonda bulunanlara da dolaylı zarar verir. İş dünyasındaki toplantılarda bunu yapmak ise kendini bilmemektir. Bunun kurallara bağlanması gerekir. Şirketlerde telefon kullanımındaki kurallar için aşağıdaki ilkeleri söyleyebiliriz:
1- Kurallar herkese uygulanmalıdır, açık ve net olmalıdır. Başka bir deyişle örneğin, “Uzmanlara yasak, yöneticilere serbest” anlayışı olmamalıdır.
2- “Yasaktır” deyip kestirip atılmamalı ve neden böyle olduğu anlatılmalıdır. Sık sık nedenleri de anlatılarak işletmedeki saygı anlayışı geliştirilmelidir.
3- Kurallara uymayanlara uygulanacak disiplin yaptırımları da belirtilmeli ve kuralları çiğneyenlere hemen ve ayırım yapmadan uygulanmalıdır.
4- Toplantılar, “Rabbim, ben ne günah işledim de buradayım” denilecek türden çıkarılmalıdır. Sırf toplantı yapmak için toplantı yapılmamalıdır. Gündemsiz ve süresi belli olmayan toplantı yapılmamalıdır. Toplantıya katılımcılar dikkatli seçilmelidir, toplantıda bulunması gereksiz olanlar gereksiz yere çağrılmamalıdır. En iyi toplantı, hiç yapılmayan toplantıdır. Toplantıdan kaçış yoksa, süresi kısa olmalı; uçak havada boş yere dolaştırılmamalıdır.
Sonuç
Acaba “Mr Watson, come here. I want to see you” diyen Graham Bell, bu işin buralara geleceğini tahmin edebilir miydi? Bu olay 10 Mart 1876 tarihinde gerçekleşti. Bu olaydan 100 yıl sonra da bu gelişimi bizim de tahmin etmemiz güçtü, ama oldu. Üstelik bir de telefonlar akıllı oldu. Ama değişmeyen bir şey hâlâ sürüyor. Aradan yüzyıllar da geçse, aptallıklar aynı şekilde devam ediyor dünyada.