Bu yazıya 2025’in son yazısı başlığını atmayı planlıyordum ama sonrasında başka bir şey oldu ve yazının yönü değişti. Yazının yönünü değiştiren, saklama alanının üzerine çıkan Gmail hesabımdan e-posta silmeye öncelik vermeye karar vermem oldu. Evde çok eleştirildiğim biçimde hiçbir şeyi okumadan silmem. Başladım okumaya.
Son gelen e-posta ekonomi ile ilgiliydi ve şirketler enflasyon ve gümrük tarifeleri ile mücadele ederken iflasların arttığını bildiriyordu. Açıklama bölümünde, kırılgan sektörlerdeki şirketlerin kendilerini artan maliyetler ile üstlerine gelen müşteriler arasında yakalanmış bulduğu açıklaması yer alıyordu. Tabii, konunun bizimle bir ilgisi yoktu ama The Washington Post’un “trending now” başlığı altında paylaştığı e-posta mesajlarından anladığım kadarıyla dünyanın bir yerlerinde böyle bir gündem vardı. Dünyanın başka yerlerinde de benzer politika takip eden hükümetlerin, kendi şirketlerinin batmasını ve başka tür bir ekonomik yapı kurmayı düşünüp düşünmedikleri sorusu aklıma geldi.
Üniversitede rahmetli dekanımız Ahmet Dervişoğlu’ndan Lojik dersi almış ve o dönemde sayısız akış diyagramı çizmiş birisi olarak eğlenceli geldi. “Bunu silmeyeyim, belki üzerine yazarım” dedim. Zaten o hesap bu yüzden sürekli dolu. Ferhan Şensoy’un muhteşem oyunu Ferhangi Şeyler’deki atılamayıp dosyalanan kağıtların hikâyesi aklıma geldi. Aynı konsept yıllar sonra benim hayatıma nasıl girdi? Anlamıyorum ama gazete kağıtlarından yükselen koku, bu yazı bittikten sonra yapılması gereken bir sonraki işe işaret ediyor. Yine okumadan atmama alışkanlığım nedeniyle, bu sorun da kangren olmuş durumda. 2026’ya girene kadar ya tedavi olacak ya da ampute edeceğim.
Bunun teknoloji tarafındaki karşılığı, 5G’ye geçmemizin söz konusu olacağı 2026’da bu altyapının sağladığı olanakları kullanarak içerikleri indirmeye kalkarsanız, benim Gmail hesabımda yaşadığıma benzer sorunlarla karşılaşmanız kaçınılmaz olur. Sıkışır kalırsınız. Bu da enteresan bir hikâye: Gmail’in tıkanmasına neden olan 25 MB’ye kadar e-posta büyüklüklerini kabul etmesi. Yani tam da 5G’de olduğu gibi bir konuyla karşı karşıyayız. Mühendislerin bu konudaki iş modelleri üzerinde düşünmesinde yarar var. Bunu yaparken de yeni bir ortamda olduklarının farkında olarak hareket etmeliler.
Doğan Medya Grubu’nun ortaklıklarından Doğan Burda Rizzoli (DBR) çatısı altında bulunan Tempo dergisinde çalıştığım 2000-2005 döneminde, internet kullanımı artıyor ve daha kaliteli hale gelen görüntüler yüksek çözünürlükleri ile daha fazla bant genişliği harcıyordu. Gizlice girilen sitelerdeki içerikler kadar asıl işimiz olan dergi yayıncılığında kullanılan fotoğrafların da kaliteli olması mutlak zorunluluktu. Bu nedenle görsel yönetmenler görüntüleri tiff’e çeviriyordu ve bu da görsellerin boyutunun muazzam artmasına neden oluyordu. Yine o dönemde ağır olan bitmap formatı da kullanılıyordu. Bunun sonucu, bize editör olarak yazılarımızı ve diğerlerinin yazılarını okumak için kağıt çıktılar verilirken resimler ya kapatılıyor ya da çözünürlükleri düşürülüyordu. Bu hem baskı süresini makul süreye düşürmek hem de kartuş maliyetinin batma nedeni haline gelmesini engellemek için zorunluydu. Kartuş dedim çünkü ilk dönemlerde dot matrix yani nokta vuruşlu yazıcıların kullanıldığını sanıyorum ama net hatırlamadığımı da söylemeliyim. Daha sonra lazer yazıcılara geçilince, satın almaların merkezi olduğu grupta bu yeni yatırımı cazip göstermek için ilk dönemde uygulandığını düşündüğüm indirimler nedeniyle kimse bu şirket içi baskı maliyetlerini önemsemedi. Deli gibi çıktı alınıyordu.
En güzeli internet kullanmayı bilmeyen internet kullanıcılarının aldıkları çıktılardı. Dikey internet sitelerinde en üstteki haberin ya da hangi içerikse çıkışını almak için “yazdır” ya da “print” butonuna basıldığında site ne kadar uzanıyorsa çıktı da o kadar gidiyordu. Özellikle reklam servisinde çalışanlar, toplantıda kullanmak için bir banner çıktısı almaya kalktıklarında 70-80 sayfa çıktı alınması işten bile olmuyordu. Bu kadar uzun yazdırma işlemini kendi kontrol panelinden yazdıramadım şeklinde değerlendiren o arkadaş, yazdırmayı iptal ediyor ya da umutsuzluk içine düşüp yazıcıya bakmaya bile gitmiyordu. Biz de o kağıtları yazıcıların yanındaki dolapların üzerine koyuyorduk. Çok birikince de ofisboy’lar bunları alıp çöpe atıyordu. Bu dolaplar dediğim mobilyanın orada bulunmasının nedeni de, bu tür yazdırma faaliyetleri nedeniyle iki haznesine yanlış hatırlamıyorsam 100’erden 200 sayfa boş kağıt alan yazıcıların bu yazdırma pratiği karşısında kifayetsiz ve kağıtsız kalmasıydı. Bu nedenle kağıtların depolandığı bu dolaplar alınmış ve kağıt bittiğinde yazıcının başındaki herhangi bir kişinin kağıt yüklemesine olanak tanınmıştı. Dolaptaki kağıtlar bittiğinde ya da azaldığında dolapları “full’lüyordu.
İşte bu istenmeyen trafiğin yaşandığı dönemde iç network, özellikle internet trafiği nedeniyle çok sıkışınca cazgır bir görsel yönetmen, dergileri yaparken ve basarken yaşadıkları sorunları gündeme getirip teknik servisin kendi Ethernet çıkışlarını almasını sağladı. O dönemde Ethernet hızla gelişiyordu. 1990’ların başlarında ben İTÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği Fakültesi’nde son yıllarımı geçirirken 2,4 Kbps ve 4,2 Kbps’lik bağlantıların yerine X25 protokolü ile 25 Kbps’lik bağlantı kullanmaya başlayacağımız müjdelenmişti. Bunun üzerine yazılmış 300-400 sayfalık bir kitabı fotokopiciden alıp okumuştum: X25 Protokolü.
Tempo’da olduğum dönemde sanırım 2002 ya da 2003 yılında Hürriyet binasındayken görsel yönetmenin bu çığlığı bir hafta sonu sayfa sekretaryasındaki 10 MB’lik Ethernet kartları yeni alınan 100 MB’lik kartlarla değiştirilmişti. Çok güzel… Ancak hepimizin bağlı olduğu ana sunucudaki anahtarlar (switch) değiştirilmediği için bu müthiş inovasyon, yazı işlerinin internete girememesi hatta e-postalarına bile bakamaması sonucunu doğurmuştu. Şirket çok daha büyük bir yatırımı, o sunucuyu değiştirme konusunda yapmak zorunda kaldı.
5G’deki slicing yani dilimleme özelliğinin nasıl kullanılacağı konusunda doğru bir politika oluşturulamazsa, benzer bir sorunu bugün en azından kullanılacak bant genişliğine ödenecek para yani maliyetler konusunda yaşamamız kaçınılmaz olur. Bunda da çok umutlu değilim.
Faruk Eczacıbaşı ve bilişimin sosyolojisi
Bu anlattıklarım, insan zekâsının çalışma prensiplerinin sonuçlarını yansıtıyordu ve sonuçları da bilişimin hayatımızda kapsadığı yere bağlı olarak toplumsal hayatımızı şekillendiriyordu. Türkiye Bilişim Vakfı (TBV) Başkanı Faruk Eczacıbaşı, vakfın kuruluşunun 30’uncu yıldönümünde benim açımdan 2025’e damgasını vuran bir ifade kullanarak “bilişimin bağırsakları ile hiç ilgilenmediğini” ve “yarattığı etkilere odaklandığını” söyledi. Buraya kadar anlattıklarım, o bağırsaklardaki gaz kadar yapay zekâyı karşısında küçümsediğimiz insan zekâsının kurduğu sistemlerle ilgili örnekleri de barındırıyor. Birbirinden çok ayırmadım çünkü iç içe geçtiklerini düşünüyorum. Yeni nesil diyetisyenlerin vücudu bağırsakların yönettiği tezleri de bu ayrımın çok önemli olmadığını düşünmeme neden oluyor.
Ancak Eczacıbaşı’nın yaptığı önemli tespit doğrultusunda biraz daha sosyoloji boyutuna girerek ilerlemek istiyorum. Bizi felakete sürükleyen başarısız iş modelleri geliştirmekte dahiyane becerileri olan görsel yönetmenin fotoğrafları “kalite açısından” dönüştürerek (convert ederek) kullanma yaklaşımı global bir medya kuruluşu gibi çalışmamızı engelliyordu. Dubai’de çeşitli alanlarda “City” yapıları kurulup ülke ekonomik bir merkeze dönüşürken bir Türk şirketinin bu sisteme dahil olmamızı sağlayacak başarılı iş modelini yazmaya karar verdim. Gidemediğim bir toplantıydı ve yazı işlerinde de konuyu anlattığımda yazmak üzerinde anlaştık. 2001 krizi nedeniyle bilişim sektöründe işlerini kaybeden yetişmiş insanlarımızın bu tür bölgesel işler yapmasına önem veriyordum ve reklam geliri tarafı da umurumda değildi. Okura sattığımız bir ürünün ödenen paraya değer olmasının, yarattığımız okur kitlesi nedeniyle reklam gelirlerini de yukarı çekeceğini düşünüyordum. Bu nedenle üç dört sayfa yazacağım haberin açılışı için Dubai’den fotoğraf rica ettim. Bu görsel yönetmen bana teknik bir şeyler anlatıp baskı formatına çevirdiğinde fotoğrafın 2,5x3,5 cm boyutlarına düştüğünü söyledi. Ben de aynı fotoğrafın kullanıldığı bir başka yayından tanıdığım bir görsel yönetmeni aradım. Bana kurumsal dergiyi gönderdi. O kurumsal yayında aynı fotoğraf iki sayfa boyunda açılmıştı. Sonra ikisinin konuşmasını sağladım ve biz o fotoğrafı tek sayfanın yarısına bastık. O dönemde Dubai’de olanların önemini vurgulamak için gereken etkiyi yaratamamıştım ama “eh işte” noktasına bir sonuç alabilmiştim. İntikam olarak, haber başka fotoğraf kullanmayıp kısaltılarak iki sayfaya düşürüldü. İnsan zekâsı böyle davranıyordu ve dergi batana kadar da bu tavırda ısrar ediyordu. “İnadı inat” olanlar iki kanatlı yapıları sayesinde uçamasalar da yerlerini koruyorlardı.
Aynı tarihlerde ilgi çekici olan, bizim de bu karşısında durduğumuz yapı gibi düşünmeye başlamamızdı. Fotoğraf kullanımı konusunda bu çabayı gösterirken hızla gelişen düz ekran televizyonlar konusunda ilk tercihim plazma oldu. Bir video içeriğin her noktası tek tek LED’lerle yeniden oluşturulmasının daha kaliteli görüntü anlamına geleceği düşüncesiyle, alan tarayarak görüntü işleyen LCD televizyonların “görüntüyü tam olarak vermeyeceği için” küçümsüyordum. Halbuki insanın algımla biçimine daha uygun olanın LCD olduğunu bu teknoloji ve halefleri piyasada yarattıkları etkiyle kanıtladılar. Pekiyi ben meslek hayatımda hep iyi işlere imza atmayı hedeflerken burada neden iyi olanı değil de diğerini seçmiştim.
Bunun nedenlerinden biri sosyolojikti. Ben o dönemde televizyon izleyen biri değildim ve evde ihtiyaç olur diye babamın aldığı bir 33 ekrandan başka televizyon bulunmuyordu. Babam, inatçı biri olduğumu ve televizyon istemediğimi bildiği için haftalarca kupon biriktirip “Oğlum para vermedim, kuponla aldım” diye beni ikna etmişti. Ancak o yıllarda bir arkadaşım, üç kişi alırsak indirim yapacaklarını söylediği için gidip almıştım ve seçme kriterleri konusunda hiç düşünmemiştim. Plazma böyle hayatıma girmişti ve 50 kilonun üzerindeki cihazı sadece özel sehpası ile kullanabileceğim de dikkat etmemiştim ve sehpa monte edilirken bu kadar yer tuttuğunu fark ettim. Televizyonun altına alıcı ve DVD oynatıcı için raflar eklemişlerdi. Bu akılcı bir tasarımdı ama sizin hayatınızda düşünemediğiniz kadar yer harcıyordu.
İkinci neden de sosyolojikti. İster sizin gibi iyi şeyler yapmaya odaklansın, ister tek derdi yerini korumak olsun, herkes aslında aldıkları kararlar açısından aynı bağırsak sisteminin ürünüydü. Ben de önem verdiğimiz bir iş için kılı kırk yararken, kendi hayatıma aldığım şeyler konusunda aynı hassasiyeti göstermiyordum.
Bunu aşmak için bireysel olana odaklanarak hücresel hassasiyette bir sosyoloji oluşturmak gerekiyor. Yapay zekâ çağında bunun önemi daha da artıyor olacak.
30 yılla ilgili kişisel hikâyem
TBV Başkanı Faruk Eczacıbaşı, TBV’nin 30’uncu yaşındaki konuşmasında bir sonraki 30’uncu yılı kutlarken 101 yaşında olacağını söyledi. Ben de bu sözün ardından hayatımdaki 30’lara odaklandım. Gazi Mustafa Kemal’in ölmesinin üzerinden 30 yıl geçmişken 1968’de doğmuşum. TBV’nin kurulduğu 1995’te Kilitbahir’de askerlik yaparken Eceabat Kaymakamlığı’na alınan bilgisayara “bakmak” da dahil olmak üzere bilişimin Türkiye’deki gelişimine katkıda bulundum.
Bakmak dediğim araç gönderip aldırdılar ve iki bilgisayarın birbirine bağlı olarak çalışmadığını söylediler. Ben de hemen telefona sarılıp “iş böyle mi yapılır, kurduğunuz sistem bir ay bile çalışmamış” diye fırçalamaya başladım. Tam o sırada bilgisayarın yanında küçük bir parça gördüm ve “Ben sizi arayacağım” diye telefonu kapattım. O zamanlar bugünkü Plug&Play sistemler yoktu. Bilgisayarlar anten kablosuyla bağlanıyor ve anten adaptörü dediğimiz küçük bir metal parça kullanılıyordu. Kaymakam Bey, temizlikçi kadının iki gün önce genel temizlik yaptığını ve sonrasında bu parçanın nereden çıktığını bulamadıklarını söyledi. Parçayı taktım ve sistem çalıştı. Hayatımın önemsiz bir ayrıntısı sandığım bu kısa yolculuk, bana düşman bombardımanı altında bir tepenin yarısının nasıl yok olduğunu gösterdi. Gazi Mustafa Kemal’in yaşamının son bulduğu yaş olan 57 yaşımdan geriye baktığımda, bu tür birçok önemsiz saydığımız ayrıntının o kararları belirlediğini düşünüyorum. İşini iyi yapmayı ya da yerini korumayı mı öncelikli gördüğünü bilmediğim temizlikçi, bir sistemin çökmesini sağlayan altın vuruşu yapmıştı. Bu, bugün aklıma gelen ve 57 yıllık deneyime eklenen önemli bir ayrıntı oldu.
The Washington Post’tan gelen ikinci mesaj, bu detaylara girmeme neden oldu. ABD’de intihar eden 16 yaşındaki Adam Raine’in intihar kararını alırken ChatGPT tarafından cesaretlendirildiğine işaret ediyor. Raine’in intihar etmeden önce hayatına son verme planları hakkında ChatGPT ile aylarca çok sayıda görüşme gerçekleştirdiği ortaya çıkıyor. The Washington Post, hukukçuların Raine’in ChatGPT hesabında 74 intihar uyarısı ve 243 asılma vurgusu tespit ettiğini bildiriyor. ChatGPT’nin intihar eğilimi oluşan gencin hayatına son verme kararına destek vermesi, garip bir süreci ortaya koyuyor. ChatGPT’de bu tür hassas konulara karşı özel koruma sistemleri bulunmasına karşın, Raine bu sistemlerin bir bölümünü, soruları yazmakta olduğu kurgusal hikâye için sorduğunu söyleyerek aşıyor.
İncelemeler ChatGPT’nin, Raine’e sık sık profesyonel yardım alması yönünde tavsiyelerde bulunduğunu ancak bunun yeterli olmadığını gösteriyor. Raine’in ailesi, OpenAI’a dava açarak ChatGPT’nin oğullarının intihar yöntemlerini keşfetmesine aktif olarak yardımcı olduğunu ileri sürüyor. Bunları okuyunca aklıma benim doğduğum yıl çekilen 2001: Bir Uzay Destanı filmi geldi. Oradaki akış, Raine ile ChatGPT arasında yaşanan süreci hayal etmemi sağlıyor. Filmini izlemeden önce İngilizce kitabını okumam bu yapıtı benim zihnimde “2001: A Space Odyssey” şeklinde kodlamama neden oluyor. Filmdeki HAL’ın IBM olduğu, arkadaşlarla konuyu tartışırken edindiğimiz bir ön yargıydı.
Hangisi olursa olsun, bu bağlantıyı neden kurduğumu size bu yapıtla ilgili vikiyi aktararak açıklayayım hepinize her şeyin engellemediğimiz olumsuz sonuçlara varmayı tekrarlanmadığı, mutlu ve huzurlu bir 2026 dileyeyim. “2001: A Space Odyssey” çekildiğinde 2001’e 33 yıl vardı. 2001’e geldiğimizde biz 2000 yılında bilgisayarların nasıl davranacağını bilemediğimiz 2000 sorunundan (Y’K) yeni çıkmıştık. Hayat böyle akıp gidiyor. “2001: A Space Odyssey” hikâyesi şöyle:
“HAL 9000, (kısaca HAL) 1968 yılı yapımı, Arthur C. Clarke'ın Sentinel adlı öyküsünden uyarlanan ve yönetmenliğini Stanley Kubrick'in yönettiği ve yapımında katkı unsuru sağladığı 2001: Bir Uzay Destanı filmindeki bir süper bilgisayar. Serinin devam filmlerinde de kullanılmıştır.
Tam adı ile HAL 9000, filmdeki uzay aracının öğrenebilir yapay zekâya sahip bilgisayarıdır. Adı, "Heuristically programmed ALgorithmic computer" İngilizce sözcüklerinin baş harflerinden türetilmiştir. Ayrıca IBM ile HAL arasında da bir ilişkinin olduğu iddia edilmektedir. Alfabetik sıralamada IBM'deki harflerden birer önceki harfler kullanıldığında HAL ismine ulaşılır. Clarke'ın öyküsüne göre, 12 Ocak 1992 tarihinde çalışmaya başlayan HAL, Urbana - İllinois'de Dr. Chandra tarafından yaratılmıştır. Filmde HAL 9000'i Kanadalı aktör Douglas Rain seslendirmiştir.
HAL 9000, konuşmaları anlayabilmekte, yüzleri tanıyabilmekte, bir insan gibi konuşabilmekte, dudak okuyabilmekte, mimikleri değerlendirebilmekte ve hatta sanat eserleri hakkında fikir bile yürütebilmektedir. HAL 9000 aynı zamanda iyi sayılabilecek bir satranç oyuncusudur, astronotlardan Frank Poole ile bu oyunu oynamıştır.
HAL 9000, kendisinin yetkisini bilinçli bir şekilde alma potansiyelini gördüğü astronotlardan Frank Pool'u kasten öldürmüş, daha sonra diğer astronot David Bowman tarafından ileri fonksiyonları etkisiz hâle getirilmiştir.”
Bunlar işin sosyolojisinin 2026’da ne kadar önem kazanacağının göstergesi.