Süreyya Bey’in neslinin inandığı bir Türkiye hikâyesi vardı. Benim neslimin böyle bir hikâyesi var mı? Zannetmiyorum. Bazılarımız kısa yoldan zengin olmayı hikâye sandı.
Merkez Bankası eski guvernörü Süreyya Serdengeçti'yi erken yaşta kaybettik. Yapay zekâya “İdeal bir merkez bankacı nasıl olmalı?” diye sorsanız herhale Süreyya Bey'in resmini çizerdi. Merkez Bankası gibi kamu kurumlarının başına tüm dünyada genelde dışarıdan atamalar yapılır. Süreyya Bey, Merkez Bankası içinden yetişip başkan olmuş az sayıda isimden biriydi. İstanbullu olduğu halde kamu hizmetinin önemine inanıp Ankara’ya yerleşmişti. Birçok açıdan neslini temsil eden bir kişilik olduğu için bugün Süreyya Bey hakkında yazmak istedim.
Süreyya Bey, 2001 yılında guvernör olarak atandığında Türkiye belki de tarihinin en derin ekonomik krizinin içindeydi. Her şey 1990’ların sonunda dönemin bakanları Zekeriya Temizel ve Saadettin Tantan’ın “temiz eller” operasyonlarıyla başlamıştı. Her gün başka bir iş insanı, finansal kurum genel müdürü türlü iddialarla kameraların önünde kelepçelenip götürülünce paranın ülkeye güveni kalmadı. Küresel piyasalarda da koşullar bozulunca Türkiye’de bir döviz şoku yaşandı. Ekonomi durdu. Kemal Derviş ABD’den göreve davet edildi. Süreyya Bey de aynı ekip içinde Merkez Bankası guvernörü olmuştu.
Süreyya Bey görevi devraldığında %70’in üzerinde olan enflasyon, 2006’da koltuğunu halefi Durmuş Yılmaz’a devrederken %9’a inmişti. Peki bu nasıl oldu? Merkez bankacılık dışarıdan bakıldığında teknik bir iş gibi görünüyor. Halbuki bu işin çok önemli olan bir “paydaş yönetimi boyutu” var. Nitekim Süreyya Bey’in alametifarikası bağımsız bir Para Politikası Kurulu kurup kredibilite kazanmasıydı. Bu kurulda, halen gazetemizin yazarları olan, Fatih Özatay ve Güven Sak hocalar da vardı. İkincisi, enflasyonla mücadele görevi sadece Merkez Bankasının üzerine bırakılmamıştı. Bu sürecin özetini Fatih Hoca’nın dünkü yazısında okuyabilirsiniz.
Çok iyi bir iletişimciydi
Süreyya Bey işte bu sürecin iletişimini mükemmel bir şekilde yaptı. Bir yandan “Kur değerleniyor!” diye ağlayan sanayicileri, diğer yandan da yıllarca enflasyon ortamından nemalanmış lobileri yönetmeyi başardı. Süreyya Bey ile, tıpkı Güven Hoca ve Fatih Hoca ile olduğu gibi bir süre TEPAV’da beraber çalışma şansım oldu. Teknik kuvvetinin üzerine çok iyi bir iletişimci olduğunu o zaman anlamıştım. İş insanından akademisyene kadar herkesle anlayacağı dilden konuşurdu. En önemlisi de lüzumsuz konuşmazdı. Unutmadığım anılarımdan biri, TEPAV’daki bir kokteylden sonra Süreyya Bey'i de alıp o zamanlar Ankara’nın en popüler bir mekânlarından biri olan Cafe Bien'e gitmemizdir. Bütün masalar "Aaa, paraların üzerinde imzası olan Süreyya Bey değil mi?" diye ayağa kalkmıştı. Herhalde 2008 yılı filandı. Ekonomi politikasıyla hiçbir alakası olmayan gençlerin nasıl hürmetini kazandığını o zaman görmüştüm.
Salı günü ikindi vakti Maltepe Camii’nin avlusu kalabalıktı. Merkez Bankası İstanbul’a taşındığı için bankadan katılım azdı; ancak şu anki guvernör Fatih Karahan büyük bir nezaket göstererek gelmişti. Öte yandan, Süreyya Bey’in döneminde ekonomi politikası ve iletişimine yön verenlerin neredeyse tamamı oradaydı. O zamanlar Milliyet Ankara ekonomi servisinin başında olan Çiğdem Toker’i gördüm. Ben üniversitede öğrenciyken “Ussal, her işi mükemmel yapmaya kalkarsanız hiçbir iş yapamazsınız” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Bu öğüdü dinlemesem ben de bir gün Güven Hoca ve Fatih Hoca gibi bu gazetede yazmaya asla başlayamazdım. O zamanlarda Kemal Derviş’in “Ben de haberleri sizden alıyorum.” dediği yılların ekonomi gazetecisi Erdal Sağlam, “sen de ola ola lobici oldun” diyerek bana takıldı.
Süreyya Bey’in de mezunu olduğu ODTÜ İktisat bölümünden birçok hocamız da oradaydı. Namazdan sonra kalabalık dağılırken Ercan Erkul’u gördüm. Son sene öğrencilerine yönelik “Monitoring the Economy – Ekonomiyi İzlemek” isimli çok ilginç bir ders açmıştı, ben de almıştım. Her hafta Journal of Economic Perspectives, The Economist, Financial Times gibi yayınlardan birinin nasıl okunacağını öğreniyorduk. Financial Times’ın ilavesi “How to Spend It” dergisini de getirip “Çocuklar Türkiye’de para kazanmayı bilen çok adam vardır ama harcamayı bilen pek yoktur, bir gün elbet para kazanırsınız ama önce harcamayı öğrenin” demişti.
Zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu
Akşam Trilye restoranına gittim. Süreyya Bey de Trilye’yi -özellikle Hafta Sokak’taki eski yerini- severdi. Restoranın sahibi Süreyya Bey (Üzmez) ile sohbet ettik. Merhum Süreyya Bey’in içtiği her şişe şarabı kimle nerede içtiğiyle beraber Excel tablosunda kaydettiğini andık. Hesabı görünce düşündüm: Acaba bugün bugün Süreyya Bey’in gençken çalıştığı pozisyonda olan bir kamu görevlisi Trilye’de rahat rahat yiyip içebilir mi? Maalesef Süreyya Bey’den sonra çıkan “modern para teorisi” adı altındaki hurafeye inanıp tüm dünyada uygulanan düşük faizlerle son 15 yılda dünyanın dengesi bozuldu. Zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu. Hızla zengin olanlar paralarını nasıl harcayacağını da bilemedi.
Süreyya Bey’in neslinin inandığı bir Türkiye hikâyesi vardı. Benim neslimin böyle bir hikâyesi var mı? Zannetmiyorum. Bazılarımız kısa yoldan zengin olmayı hikâye sandı. Bazılarımız sosyal medyada gelen birkaç ‘beğeni’nin peşinde tüm hikâyesini yitirdi. Bu durumun ülkemize özgü olduğunu veya siyasi bir nedeni olduğunu da düşünmüyorum. 28 Şubat günkü yazımda küresel jeopolitik resesyona girdiğimizi yazmıştım. Sayın Çelik Kurtoğlu sağolsun nazik bir e-posta ile “ona Kontradieff devresi denir” diye beni uyarmış. Tarihe bakarsanız bu devrelerin inişi 20-25 yıl sürüyor. Üzülerek söylemek isterim ki ben bu devrenin sonunda bizim neslimizin Türkiye’nin orta gelirli bir ülkeden öteye geçtiğini göreceğine inanmıyorum. Umarım bu süreci, bugünkü Pakistan ya da Mısır gibi, elitinin tamamı Londra’ya taşınmış bir ülke olarak tamamlamayız. Süreyya Bey ve neslini saygıyla selamlıyor, geride kalanlara uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.