Merkez Bankası yönetiminin yavaş yavaş üzerindeki acemiliği atmakta olduğunu görüyoruz. Ancak enflasyonla mücadelesinde hala yalnız başına. Son IMF raporunda asgari ücretle alakalı pratik olmayan ve sosyal sıkıntı yaratacak öneriye rağmen, TCMB Başkanı’nın “Yüzde 25 civarındaki artış enflasyon için sıkıntı yaratmaz” açıklamasını yapması önemliydi. Bundan başka Başkan Karahan’ın faiz düşüşü konusunda temkinli olduğunu söylemesi dikkat çekti.
Faizlerin düşüşü eğer finansal bir rahatlama yaratmayacak ise pek gereği yok. Daha önce de söylediğim gibi Nurettin Nebati’nin “politika faizlerini anlamlı olmaktan çıkardık” cümlesi ne kadar hatalı ise, politika faizini düşürüp işlevsiz kılmak da o kadar hatalı olur. Dolayısıyla enflasyonda düşüş trendini yakalamadan faizleri düşürmenin pek bir manası olmaz.
IMF ve uluslararası kuruluşların “politika faizi cari enflasyon kadar olmalı” teklifi de açıkçası son derece geç kalmış ve pratik hayattan kopuk bir istek. Geçen yıl göreve gelen Merkez Bankası yönetimi politika faizlerini %38’lik enflasyonun yanına çekmiş olsaydı, belki bu kadar sıkıntı çekmeyecektik. Dolayısıyla oldukça geç kalmış bir öneri diyebilirim. Şimdiki durumda zaten kimse TÜİK’in açıkladığı TÜFE’ye inanmadığı için, “cari enflasyon kadar politika faizi” uygulaması çok ciddi yan etkiler yaratabilir.
İşin esasında Merkez Bankası ve Ekonomi Yönetimi hala vatandaşlar ve iş dünyasında güveni tesis etmiş değil. Ayrıca kurları baskılamak için uygulanan yöntemleri insanları bıktırıyor. Artık herkes “düşük kaldıkça ben alıp kenara koyayım” demeye başladı. Ancak örtülü bir kambiyo kontrolü yapıldığını da görüyoruz. Kısa bir örnek vereyim:
Bir iş erbabı 100 bin dolar almak istese, banka kuru serbest piyasadan neredeyse 1 TL daha yüksek olduğu için önce bankadan TL çekip, döviz bürosuna götürüp orada dolara çevirip sonra tekrar bankaya koyması gerekecek. Dolayısıyla aşağı yukarı 3.5 milyon TL çekmek için bankaya gittiğinde eğer şanslı ise 200 TL’lik 175 deste verilecek. Eğer 100 TL’lik desteler olacaksa durum fena. Tabii, desteleri mecburen orta boy bir bavula koyacak. Dışarıda bekleyen arabaya belki de silahlı bir korumayla binecek. Döviz bürosuna gidecek. Tabii bu 175 tane deste tek tek sayılacak. Sonra da kendisine yine sayılarak 10 tane 100 dolarlık deste verilecek. Yani bavulla gelip orta boy bir torbayla çıkacak. Bu işlem en az 2 saat civarında sürecek.
Şimdi aynı işlemin 1 milyon dolar ve 10 milyon dolar için yapıldığını düşünelim. Muazzam bir zaman kaybı ve güvenlik riski isteyen bu işlemler elbette döviz alım satımı yapmaktan insanı soğutuyor. Hatta imkânsız hale getiriyor. Büyük ihtimalle banknotların 200 TL’den daha yüksek basılmaması ve bankaların döviz alım-satım marjlarının açık olması bilhassa düşünülmüş. “Bana ne zenginin derdinden” demeyin, firmaların döviz işlemleri için zarar etmemeye çalışmalarını anlatıyorum.
Unutmadan, ihracatçının döviz gelirlerinin % 30’unun Merkez Bankası rezervlerine aktarılması mecburiyeti zaten başlı başına kambiyo kontrolü anlamına geliyor. Büyük meblağlarda döviz alanları tespit edip telefonla arama işinin devam ettiğini duyuyoruz.
Tüm bunlar daha ne kadar devam eder bilemem. Ancak yurt dışına azıcık döviz ile gidip kredi kartı ile döviz harcaması yapanlar ve döviz cinsinden varlıklar satın alanlar yanında kurların düşük kalmasını bahane edip hızla döviz borçlananlar da var. Tüm bunlar stres birikmesine yol açıyor. Kasım ayında Türkiye’nin bugüne kadarki en büyük dış borç ödemelerinden biri yapılacak. Döviz yükselmesin diye Merkez Bankası’nın faiz indiriminden kaçınacağını biliyoruz. Aralıkta faiz indirimi kesin olmasa da, yüksek ihtimal.
Yine önünde sonunda 2001’de olduğu gibi sıkıntılı anlar yaşayacağız gibi gözüküyor. Yaşanmamasını temenni ediyorum ancak, kimsenin tarihten ders almadığını görerek üzülüyorum.