Eğitim mi, kültür mü, altyapı mı, tesis mi, para mı, sistem mi? Türk sporunun en önemli probleminin ne olduğu, uzun zamandır içinde bulunduğum spor dünyasında yıllardır değişmeden sorulan fakat cevabı bir türlü netleşmeyen bir soru.
Salon, saha, havuz, pist, kort, kısaca her branşın kendine ait tesis problemi sorunun önemli parçalarından. Basketbol branşından örnek vermek gerekirse, İstanbul’da ayda yaklaşık toplam bin 250 özel ve resmi altyapı maçı yapılıyor. Nasıl bir salonda oynanıyor? Ulaşım problemi var mı? Maçlar kaçta oynanıyor? Başka branşlar veya çocukların gelişimi için kullanıma uygun mu? Sorulardan da anlaşılacağı üzere sorun sadece sayısal yetersizlik değil aynı zamanda bir verimlilik sorunu. Bir vitrin olarak tasarlanan tesislerin açılışları yapılıyor, kurdeleler kesiliyor ama o tesislerde kimlerin, hangi yaşta, hangi sıklıkla, hangi hedefle çalışacağı net değil. Çok derinlere inmeye gerek yok; 2002 yılında açılışı yapılan Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun günümüze kadar yaşanan macerasını takip etsek ‘tesis verimliliğiyle’ ilgili ciddi bir fikir edinebiliriz.
Son dönemlerde sıkça dile getirilen problemlerden bir tanesi de aile, sporcu ve kulüp arasında yaşananlar. Aileler altyapıda çalışan antrenörlerin pedagojik formasyonunun zayıflığından yakınırken, kulüp ve antrenörler de aileyi bir tehdit olarak algılıyor. Sporcu–veli–antrenör üçgeninde sınırlar net değil. İyi niyetle başlayan fakat baskıyla biten bu süreçte veli antrenör gibi davranıyor, antrenör menajer gibi konuşuyor, herkes sporcunun geleceği adına söz söylüyor fakat genç sporcuyu gerçekten dinlemeye ve anlamaya çalışan kimse yok. O sporcu sahada ne hisseder, takım arkadaşlarıyla nasıl bir iletişimi vardır, rakibe nasıl davranır gibi soruların hepsi havada kalıyor.
Bilginin yazıya döküldüğü organizasyonlar üretmeye devam ediyor
Verimsizlik tablosunu besleyen bir diğer temel sorun, sporda sistemler yerine kişilere yaslanan bir kültürün hâkim olması. Başarının kurumsal hafızaya değil “iyi bir hocaya” ya da “özel yeteneğe” bağlandığı bir sistemde, o kişi gittiğinde sistem de gidiyor. Bilginin yazıya döküldüğü, hataların kayıt altına alındığı, öğrenme kültürünün korunduğu organizasyonlar uzun vadede üretmeye devam ederken, bizde bilgi çoğu zaman bireysel hafızalarda kalıyor.
Jurgen Klopp duygusal veda konuşmasında; ‘ben gidiyorum ama Liverpool yoluna devam edecek” derken, aslında modern sporun en temel gerçeğini hatırlatıyordu: Başarı, kişilere değil sistemlere emanet edilmelidir.
Kulüpte, salonda, tribünde, velinin yanında yıllar içinde farkına vardığım temel sıkıntı, sporu insan yetiştirme sürecinden kopararak ele almamız. Bana göre sporumuzun en ‘büyük’ problemi, iyi sporcu ile iyi insan arasındaki bağın kopmuş olması. İyi sporcu yetiştirmeye çalışıyoruz fakat ‘sağlam insan’ yetiştirme meselesini ikinci plana atıyoruz. Sonucu sürecin önüne koyduğumuz bir sistemde kazanmak gelişmenin ön şartı olarak görülüyor. Oysa gelişim, çoğu zaman kaybederek, hata yaparak olur. Bu sabırsızlık, sporcuya erken yaşta ağır sorumluluklar yüklememize ve potansiyeli zamansız tüketmemize neden oluyor. Yakın tarihimiz kısa sürede parlayan ama uzun vadede tükenen sporcularla doldu. Tüm bunların üstüne bir de değerler meselesi var. Herkes fair play’den, saygıdan, disiplinden bahsediyor fakat kriz anlarında ilk vazgeçilen yine bu değerler oluyor. Hakem ve rakibi düşman, hata yapan çocuğu hedef olarak gösteren zihniyet kazanmayı öğretiyor ama kaybetmeyi, beklemeyi, sabretmeyi, kendini tanımayı öğretmiyor. Belki de soruyu artık; “bu çocuk sporcu olursa ne kazanır?” değil, “bu çocuk spor sayesinde nasıl bir insan olur?” diye sormalıyız.