Hiç tribünler doluyken gerçek bir futbol sahasına adım attınız mı? Ya da basketbol veya voleybol sahasına? Kolay değildir bağıran on binlerce insanın önünde performans göstermek. Aslında profesyonel üst düzey sporcular tribünden gelen tezahüratlardan pek etkilenmezler. Fakat bazen küçücük bir olay olur, mesela hatalı bir pas sonrasında sahaya yakın kalabalıkların içinden biri “salak lan bu” diye bağırır, sonrasında oyuncunun bütün zihinsel dayanıklılığı bir anda çöker. Maç boyunca tüm küfürlere, hakaretlere kulağını tıkayan sporcu bir ‘salak’ kelimesine teslim olur.
Spor aslında sadece bir oyun fakat bu oyun, bir noktadan sonra sadece oyun olmaktan çıkıyor ve endişe, gerginlik, kendine güvensizlik gibi kavramlarla mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Nasıl oluyor da bu kadar masum başlayan bir uğraş, bu denli ağır bir anlam yükünü taşır hale geliyor? İşte bu sorunun cevabı kültürümüzde saklı.
Timothy Gallway Tenisin İçsel Oyunları isimli kitabında; ‘Rekabetin en kötüsü başkalarına bir şeyleri kanıtlayarak özsaygı yaratma amacıyla kullanılanıdır. Başkalarına kendini kanıtlamak için rekabet eden bir sporcu, aslında içten içe korkuyla yarışır’ diyor. İnsanların performansına göre değer gördüğü bir toplumun içinde, özellikle rekabetçi ortamlarda, sevgi ve saygı kazanmak sadece iyi oynamaya ve kazanmaya bağlanıyor. Kaybedenler değersiz hissetmemek, kazananlar ise kazandıkları değeri kaybetmemek için oyunun esiri haline geldi. Artık kazanmak, birçok insanın gözünde bir “varoluş meselesi” oldu.*** Sonuç odaklı bakış açısı insan değerini istatistik puanıyla eşitleyerek öz saygıyı kırılgan hale getirdi. Oysa veriler sporcunun o gün ne kadar iyi oynadığını gösterebilir fakat onun kim olduğunu tanımlamaz. Ne yazık ki birçok sporcu ve ebeveyn bu farkı unutuyor. Özsaygının temeli sadece kazanmakla atıldığında oyunun keyifli rekabeti bir kimlik mücadelesine dönüşüyor. Rekabetçi bir çevrede sevgi ve saygı, iyi oynamaya ve kazanmaya bağlı olduğundan toplumumuzda sevgi ve saygıdan yoksun birçok insan var. Halbuki bir insanın değeri ne bir skor tabelasında ne de kazandığı madalyalarda yazılı.
Ailelerin ve çevrenin başarıya verdiği aşırı önem, çocuklara fark ettirmeden verdikleri “iyi oynarsan değerlisin, kötü oynarsan görünmezsin” mesajı, sporcunun öz saygı temelini erken yaşta sarsar. Spora eğlenmek için başlayan çocuklar zaman içerisinde kendilerini yarışmaların, sıralamaların ve ödüllerin olduğu bir arenada bulurlar. Çocukluk masumiyetini koruyup, oyundan keyif almayı becerebilen, profesyonel hayatın getirdiği sıkıntıları arka planda bırakabilen sporcuların çok daha verimli bir kariyerleri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Peki bu kadar başarıya odaklı bir ortamda, sporcunun öz saygısı nasıl gelişir? Bunun temeli, değeri skora değil kim olduğuna bağlayabilmektir. Bir sporcu, yaptığı hataları kişiliğine değil sürecin bir parçasına bağlamayı öğrendiğinde, başarı tanımını kendi değerleriyle şekillendirdiğinde, hata yaptığında kendini yargılamak yerine ondan öğrenmeyi seçtiğinde artık başkalarının beklentilerinin esiri olmaktan çıkıp kendine daha adil davranmaya başlar. Kazanmadığı günlerde kendine saygı duyabilmeyi başarabildiğinde de gerçek gücünü bulur. O noktada artık kimseye bir şey kanıtlaması gerekmez.
Dışarıdan bakıldığında bireysel bir mesele gibi görünse de öz saygının asıl gücü takım ortamında ortaya çıkar. Rolünü bilen, kendine değer veren sporcular takım içinde güvenli alan yaratıp daha sağlıklı ilişkiler kurarken, başkalarının gözüne “iyi görünmeye” çalışanlar içsel enerjilerini tüketirler.
Çocuklara ve gençlere bu temel değeri öğretmek teknik bilgileri öğretmekten çok daha önemli. Hepimizin yeniden hatırlaması gereken basit ama güçlü bir gerçek var:
Spor bir oyundur ve oyunun ruhu kazanmakta değil, kendin olarak oynayabilmekte.