Moda, hızlı büyüyen ama kök salmayan bir fidandır; gölge eder, mevsimi geçince üvey kalır. Esas ise köktür; rüzgâr değişse de tutunur. Modanın dili alkış ister; esasın dili kanıt ister. Siz o kanıtın peşine düşen, klavyenin tozunu saha toprağıyla silen bir öğretmensiniz.
Geçen hafta Temel Akbaş’ın yazısını sizlerle paylaştım. O yazıyı kendi iletişim ağımdaki insanlara da gönderdim. Yanıtlayanlardan biri de Selim Süleyman’dı. Süleyman’ın yazı insanı ilkelerimizin arka planındaki felsefemizi irdeleyen yorumu, “Zamanın öz oğlu Rüştü Bozkurt” başlığını taşıyordu.
Bu köşede 2 Ekim 2025 günü defalarca gözden geçirilen ilkeleri paylaştım. Daha sonra Temel Akbaş’ın yazısının virgülüne bile dokunmadan bilginize sundum. Bugün de Selim Süleyman’ın yazıyla belgelediği değerlendirmesini paylaşıyorum:
“Geniş bir yürek ve cesaret”
“Sizi ilk tanıdığım günden beri zihnimde üç kelime yan yana durur: doğruluk sevgisi, eleştirel akıl, bitmeyen çalışkanlık. Saha tozunu severek yürüyen bir zihin—haritaya bakıp hüküm kesmek yerine toprağa eğilip hakikatin kokusunu ayırt etmeyi bilen bir dikkat… Sizinki, masa başından yükselen sözleri arazinin nabzıyla tartan bir iş ahlâkı.
Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı’ romanında “zamanın üvey oğlu” olmanın ağırlığından söz eder; zaman, çoğu kez kendi doğurduklarını sever, der. Zaman “öz oğullarını” ıskartaya çıkarmada üvey haline getirmekte hızlı ve mahirdir. Anladığıma göre bunun bir istisnası vardır. Her şeyin akışta olduğu bu dünyada, her günü geniş bir yürek ve cesaretle karşılayıp emeğinle hakkını verdiğinde, “doğan zamanı” kuşatır; üvey değil, zamanın öz oğlu olursun.
Benim tanıklığım şudur: Siz, seksenin ötesinde bile “zamanın öz oğlu”sunuz. Çünkü ideolojilerin cilası dökülür, kalıplaşmış yargılar kabuk bağlar, moda tartışmaların tülleri ilk rüzgârda yırtılır; fakat doğruluk sevgisi zamana dayanır, eleştirel akıl zamanı aşar, emek zamanı kendine katar. Zaman, sahici olanı bağrına basar ve kendi hanesine yazar.
Sizin yazılarınızda ve yürüyüşlerinizde gördüğüm sır da budur: Haritalar susar; arazi konuşur. Kırka, Akın, Gemiç, Taşoluk, İdrisyayla, Güllüdere, Sandıközü ve Lütfiye köylerinde “kurmay aklı” topografyadan okumanız; tarihe ezberden değil ayak sesinden bakmanın adıdır. Üretim hattının uğultusu, kum ocağının dokusu, çamın reçinesi—hepsi sizin için birer veri; hepsi eleştirel akla açılan sahici birer kapı. Bu yüzden yazınız, bir görüş beyanı olmaktan önce bir görüş alanı kurar: Önce görmek, sonra söylemek. Orhangazi kitabınızda da aynı yöntemin izini sürdünüz: Kentin sosyal ve iktisadî yapısını kavramak için bir arayış yolculuğuna çıktınız; kahvehanelerde oturdunuz, sokaklarda yürüdünüz, cami avlularında beklediniz, kapı eşiklerinde çay içtiniz. Evlerin sofralarına konuk olup insanların geçmişi nasıl hatırladıklarını, bugünü nasıl tarttıklarını, yarını hangi endişe ve umutla kurduklarını dinlediniz. Bir şehrin röntgeni istatistik tablosunda değil; yüzlerde, seslerde, kokularda çekilir. Siz o röntgenin hem teknisyeni hem de mütercimisiniz.
Kendi tezini sınama
Rüştü Bozkurt masaya dönen her cümleyi sahadan gelen bir ayrıntıyla tartar; kimsenin fark etmediği küçük bir işaret onun elinde birden anahtara dönüşür. Ardından cümleyi kurar. İşte o zaman anlarsınız; Önce görmek, sonra söylemek bir üslup değil; bir karakter meselesidir.
Bir kişisel tanıklığım da şudur: “Kasaba kültürü” üzerine yazılar kaleme aldığınız dönemde, bu kavramda ötekileştirici bir yan bulunduğunu; şehir kültürünün de eleştiriyi hak eden yönleri olduğunu savunan bir metin yazdım. Siz, en küçük bir tereddüt göstermeden bu eleştiriyi kendi sayfanızda yayımladınız. Bu tavır, eleştirel aklın yalnız muhatabı değil, kendi tezini de sınamaya razı olmasının güzel bir örneğidir.
Doğruluk sevgisi, sizde bir estetik tercih değil ahlâkî bir disiplin. “Görmeden imza atmam” diyebilen bir meslekî omurga, gençlere öğretebilecek en çağdaş değer hâlâ budur. Çünkü eleştirel akıl, kendini de tartar; “saha, insanı düzeltir” deyişinizin özünde, yanılma ihtimalini ciddiye alan bir özgüven vardır. Bu özgüven, dogmanın değil emeğin çocuğudur.
Çalışkanlık kısmı ise başlı başına gençlik iksiriniz: 5G’yi, yapay zekâyı, dijital dönüşümü “gündem” diye değil, iş diye ciddiye alıp öğrenmeye koyulmanız; kavramı fabrikadaki titreşimle, tezgâhtaki ritimle, garsonun hikâyesiyle tartmanız… Sekseninde bile “on sekizlik” bir merakla üretime, insana, toprağa eğilmek: işte zamanın öz evladı olmanın güncel tarifi budur kanaatimce.
Esas ise köktür
Buradan size dair bir kanaate varıyorum: Siz, modanın tülünü yırtıp esası gösterenlerdensiniz. Moda, hızlı büyüyen ama kök salmayan bir fidandır; gölge eder, mevsimi geçince üvey kalır. Esas ise köktür; rüzgâr değişse de tutunur. Modanın dili alkış ister; esasın dili kanıt ister. Siz o kanıtın peşine düşen, klavyenin tozunu saha toprağıyla silen bir öğretmensiniz.
İdeolojiler neden üvey kalır? Çünkü dünyayı, dünya üzerinde değil dünyaya dair kurarlar; hakikati nesneleştirir, insanı veriye çevirir, veriyi de dogmaya hapsederler. Oysa doğruluk sevgisi, insana ve eşyaya bakan gözün her seferinde yeniden ayar isteğidir; eleştirel akıl, yalnız karşımızdakini değil kendi varsayımımızı da sorgulama cesaretidir; çalışkanlık ise bu ikisini her gün yeniden devreye almak için ter dökmektir. Bu üçü birleştiğinde, zaman sizi üvey sayamaz; zamanın öz oğlu olmaktan geri duramazsınız.
Mevlânâ’nın öğüdünü hatırlatmak isterim: “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım, cancağazım.” Siz, yeni şey söylemenin öfkeyle değil özenle mümkün olduğunu gösterdiniz: Yeni olanı sırf yeni diye değil, doğru diye seçtiniz; parıltıyı değil dayanıklılığı yücelttiniz; hızlı düşünmeyi değil iyi düşünmeyi öğrettiniz.
Sözün özü şu, Hocam: Moda üvey evlattır; hakikat öz evlattır. Moda, sahne ışığında büyür; hakikat, sahanın gölgesinde serpilir. Siz, o gölgede emek emek büyüttüğünüz düşüncelerle zamana “ben buradayım” dediniz. Bugün genç bir zihin için en kıymetli miras, arkanızdan bırakacağınız bir aforizma değil; doğruluğa adanmış, eleştirel akılla terbiye edilmiş, emekle sürdürülmüş bir yöntemdir.
Bize düşen de açık: İşaret edildiği gibi, gerçeği klavyede değil, sahada aramak; ideolojiyle değil kanıtla konuşmak; hızla değil haysiyetle çalışmak. Böyle yaparsak, zamanın kapısı bize de aralanır.
Minnetle ve saygıyla.”