Uzun dönemli dengeler nasıl kuruluyor? Gerçek kalkınma nasıl gerçekleşebiliyor? ABD de önemli bir örnek. Norman Schofield oyun teorisindeki “çekirdek (core)” kavramıyla eş değer olacak şekilde toplumda hiçbir alt kümenin –sınıflar, kimlikler, eyaletler gibi- karşı çıkmadığı inançlara “çekirdek inanç” adını veriyor. Ancak toplumda herkesin en azından itiraz etmediği bir inanç yoksa “çekirdek” boş demektir. Bu durumda iki şeyden birisi olacaktır; ya bir adaptasyon, öğrenme süreci yaşanacak, taraflar diyalog kurarak bir denge arayacaklardır ya da toplum parçalanacak, iç savaş yaşanacaktır. “Çekirdek inanç” bir dengedir. Ancak denge kavramının (dahi) oluşabilmesi için aktörlerin birbirlerini anlamaları şarttır. Birbirlerini anlamaları için de aynı dili konuşmaları gerekir. Bu yoksa ortak enformasyon oluşamaz ve denge bulunamaz. Amerikan Devrimi hakkında ne söylenirse söylensin, federalist-anti federalist tartışması bugünden bakınca nasıl yorumlanırsa yorumlansın gerçek açıktır. Amerikan Devrimi iç savaşa neden olmadan tamamlanmıştır. “Kurucu babalar” arasında 1804 Burr-Hamilton düellosundaki hadise dışında şiddet içeren bir çatışma yaşanmaması bu durumun açık kanıtıdır. Fransız, Rus ve Çin devrimleriyle kıyaslamak yeterli olacaktır. Federalistler ve anti federalistler aynı dili konuştukları için en azından “uzlaşamamakta uzlaşmışlar” ve ortaya bir denge çıkmıştır. Jefferson’un 1800’de başkan olmasıyla da denge tahkim edilmiştir.
Bu dengenin nasıl bir denge olduğuna siyasal ittifaklar ve ekonomik çıkarlar açısından bakmakta fayda var. Montesquieu’nün ‘monarşi, aristokrasi ve demokrasinin bileşimi mükemmel bir anayasal düzen yaratır’ tezine ilham kaynağı olan İngiltere 1720 ittifakı nasıl kurulmuştu? 17. Yüzyılda mutlakiyetçi krallıkların oluşmasıyla verginin bu kadar önemli hale gelmesinin iki nedeni vardı. Birincisi merkezi orduların ve savaşların maliyetinin çok artması, ikincisi ise bu maliyeti finanse edebilmek için kamu borçlanma senetlerinin çıkarılmasına izin verecek derinlikte mali piyasaların oluşmaya başlaması. Bu ikinci faktörle bağlantılı olan konu merkez bankalarının kurulmasıdır. Nitekim İngiltere’de Bank of England Şanlı Devrim sonrasında 1694’te kurulmuştur ve Kraliyet borçlanması dâhil tüm kredi kanalını yönetir. İngiltere Merkez Bankası kraliyet ailesinin ödeneklerini dahi düzenler. İngiltere’nin İspanyol taht savaşına karışmasıyla kamu borcu 1697-1713 arası 20 yılda iki katına çıkınca risk primi ve faizler de yükselmişti. Kamu borcu 17 milyon pound iken 36 milyon pound olmuş, faizi de yüzde 6’dan yüzde 10’a çıkmıştı. Borç sürdürülebilirliği böyle durumlarda temel tema olur ve düzenin sürdürülebilirliği sorununa, tıpkı 1788 borç krizi sonrası Fransa’da olduğu gibi, tercüme olabilir. Borcun reel yükü arttıkça –nominal faizler artmaya devam etse bile- finansörler bir noktadan sonra yüksek faize rağmen borcu üstlenmeyi riskli bulabilirler ve kamu borcu sürdürülemez hale gelir. Merkez bankası bağımsızlığı hem bu duruma karşı önlemdir hem de tarihsel olarak mutlak hükümdarın yetkilerini kısıtlama ve demokratikleşme aracıdır.
Robert Walpole 1720’de Chancellor of the Exchequer ve First Lord of Treasury olarak borç sorununa el attı. Borcun finansmanını kamu borçlanma senetlerinden özel vergilere ve gümrük vergilerine kaydırarak senetle borçlanma hızını kesti. Bu kamu borcundaki artışın sönümlenmesi demekti. Ancak vergileri hangi kaynaktan topladığı daha önemli ve bu kaynak siyasal ittifakın mantığını açıklıyor. İngiltere tarımsal ürünler ithal ediyor, mamul maddeler ihraç ediyordu. İthalata konan yüksek vergiler tarımsal ürünlerin ithalatını azaltarak iç piyasada arzı düşürdü. Tarımsal ürünlere olan talebi karşılayacak neredeyse tek kaynak olarak İngiliz kırları kaldı. Arzın düşmesiyle tarım ürünleri fiyatları artmaya başladı ve ürünlerdeki fiyat artışı tarımsal arazilerin fiyatlarını da artırdı. Tarım ürünleri zaten üretim fonksiyonunda arazi kıt faktör olduğu için ithal ediliyordu; böylece kıt üretim faktörü olan arazinin fiyatı artmış oldu. Bol faktör olan sermaye tarımsal arazilere yatırım yapmaya başladı. Tarımda verimlilik artarken işgücü fiyatı da sermaye-yoğun teknolojilere geçilmesi yüzünden düştü. Tarımsal işgücünün reel ücretleri gerilerken kar oranı da arttı ve bu kar dönerek yeni yatırımlar için kaynak yarattı. Londra finans merkezi, City, yani ticari ve sanayi burjuvazisi, düşen kamu borcu ve azalan risk ortamında borcu finanse etmeye devam ederken, tarım sektörüne yatırım yapan burjuvalar ve toprak sahibi aristokrasi de kazanıyordu.
Walpole’un yarattığı denge kredi kanalını daraltacak bir merkez bankası ve kamu borcunu düşürecek bir kamu maliyesi politikası gerektiriyordu. Hamilton’un Amerika için önerdiği merkez bankası da bağımsızlık sonrası yüksek borçluluğu azaltacak önlemler içeriyordu. Ancak koloniler İngiltere’nin tam tersine tarımsal ürün ihraç edip sanayi malı ithal ediyorlardı. İngiltere’nin aksine Amerika’da kıt faktör toprak değil, sermaye idi. İngiltere’de uygulanan merkez bankası ve maliye politikalarını tekrar etmek belki kamu borcunu düşürecekti, ancak kıt faktör olan sermayenin fiyatını daha da artıracaktı. Nitekim İngiltere’de kıt faktör olan arazinin fiyatı artmıştı. Hamilton’un zihnindeki merkez bankası kredileri kısacak ve arazilerin iyileştirilerek Batı’ya doğru yayılmasını, tarımsal ürünlerin deniz ve nehir yollarıyla taşınarak tarım temelli ticaretin gelişmesini yavaşlatacaktı. 1790 yılında Madison’un Hamilton’dan ayrılarak Jefferson’a yaklaşmasında bu objektif durum değerlendirmesinin payı büyük olmalıdır. Öte yandan ithalata vergi koymak, ithal edilen mallar sanayi ürünleri olduğu için, sanayi mallarının fiyatını artıracak ve böylece korunan New York ve New England sanayi ve ticari burjuvazisi kıt faktör olan sermayenin fiyatının yükselmesiyle daha da zenginleşecekti. Ya güney? Güney eyaletleri bu tip bir merkez bankası politikasıyla en büyük kaybedenler olacaktı. Köleliğin kaldırılması talebi –fiilen kuzey eyaletlerinde birer birer kaldırılmaya başlanmasıyla birlikte- bu ortamda tartışılıyordu. Hamilton, kayınpederi Philip Schuyler’in de içinde olduğu New York’un Hollanda asıllı zenginlerinin ve Boston sanayisinin temsilcisi gibi göründü. Unutmayalım ki New York’un önceki adı New Amsterdam idi.
1787’de anti federalistlerin anayasanın diktatörlüğe, “kalıcı aristokrasiye” yol açacağı tezlerine bir de bu gözle bakmakta fayda var. Jefferson, 1800 yılında başkan olunca güneyle anlaşarak hem kölelik sorunun çözümünü öteledi, hem de toprak sahiplerinin iktidar koalisyonuna katılmalarını sağlayacak bir ekonomik programla Walpole’un 1720’de İngiltere’de yaptığını Amerika’da başardı. Jefferson dengesi iç savaşa kadar sürecekti. Kalıcı dengeler saldırganlıkla kurulamaz. Walpole ve Jefferson dengeleri zıt ekonomik politikalar uyguladılar; ama ikisi de sosyal uzlaşmaya dayalıydı.