Türkiye’nin son 40 yılda yaşadığı krizlerin temelinde, finansal piyasalarla ilgili deneyimsizlik ve bilgisizliğin önemli rol oynadığını düşünüyorum.
1980’lerin ilk yarısında borç krizinin çözülmesi ve eş zamanlı olarak 24 Ocak 1980’de başlayan ekonomik serbestleşme sürecinin sonucunda, Türkiye'nin sermaye hesabı dengesi 1980’lerin ikinci yarısından itibaren farklılaşmaya başladı. Bu dönemden önce, Türkiye'ye gelen yabancı sermayenin neredeyse tamamı resmi ve uzun vadeli nitelikteyken, 1980’lerin ortasından itibaren, özel sektör tarafından gerçekleştirilen kısa veya uzun vadeli işlemler sermaye hesabında daha sık görünmeye başladı. Bu, bir dizi yasal değişikliğin sonucuydu. Temmuz 1980’de bankacılık sisteminde rekabeti teşvik etmek ve verimliliği artırmak amacıyla kredi ve mevduat faiz oranları serbestleştirildi. Bu hamle, banker krizi de dahil olmak üzere bazı sorunlara yol açsa da, finansal piyasaların serbestleşmesi yolunda önemli bir adımdı. 1983 yılında, yeni gelişen sermaye piyasalarını düzenlemek ve denetlemek amacıyla Sermaye Piyasası Kurulu faaliyete geçti.
1984 yılında, yurt içi yerleşiklerin döviz bulundurmalarına, ticari bankalarda döviz mevduat hesabı açmalarına, nakit döviz çekmelerine ve yurt dışına döviz transfer etmelerine izin verildi. Sonuçları itibariyle bu adımın, ülkemizin yakın dönem ekonomi tarihindeki en önemli olay olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. On yıllarca süren yüksek enflasyon, TL’ye duyulan güveni azaltırken, bu düzenleme ile yurtiçi ekonomik aktörler, enflasyondan korunmak amacıyla hızla dolarizasyona yöneldi.
Hazine’nin piyasalardan borçlanmaya başlaması, tehlikeli bir araca dönüştü
1985 yılında, Hazine Müsteşarlığı, devlet tahvili ve hazine bonosu gibi iç borçlanma araçları ihraç etmeye başladı. 1986 yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, kendi bünyesinde bankalararası para piyasasını kurdu. 1987 yılında açık piyasa işlemleri başlatıldı ve 1988 yılında etkin bir döviz piyasası, 1989 yılında ise altın piyasası kuruldu. Hazine’nin piyasalardan borçlanabilmeye başlaması, popülist politikacıların elinde çok: Yeterince yüksek faizi ödeyince borçlanabildiğini gören politikacılar, kamu disiplininden giderek uzaklaştı.
Görüldüğü gibi, bundan 40 sene öncesine kadar, modern bir finans sisteminin olmazsa olmazı olan birçok piyasa, finansal araç ve düzenleyici kurumlar, Türkiye’de yoktu. Türkiye’nin son 40 yılda yaşadığı krizlerin temelinde, finansal piyasalarla ilgili deneyimsizlik ve bilgisizliğin önemli rol oynadığını düşünüyorum. Bunun yanı sıra, bütün kariyerlerini kapalı ve kamu kontrolündeki bir ekonomik sistem içerisinde geçiren politikacıların, serbest ekonomi ve piyasa koşullarına uyum sağlamakta çok zorlandıklarını da gördük.
Finansal piyasalardaki serbestleşme adımları, 1989 yılında tüm döviz ve sermaye hesabı işlemlerini tamamen serbestleştiren mevzuatla zirveye ulaştı. Türkiye, Şubat 1990'da IMF ile yaptığı düzenleme doğrultusunda TL'nin konvertibilitesini kabul etti. O dönem ne anlama geldiği pek çok kişi tarafından anlaşılmasa da, 32 sayılı "Türk Lirasının Kıymetini Koruma" Kararnamesi'ndeki değişiklikler, Türkiye ekonomisinde sarsıcı etkiler yarattı ve halen yaratmaya devam ediyor.
Kararnamedeki başlıca değişiklikler, yurt içi yerleşiklerin, bankaların ve özel finans kurumlarının döviz satın almaları için 3000 ABD doları sınırının kaldırılması, yurt içi yerleşiklerin bankalar aracılığıyla yurt dışına Türk Lirası gönderebilmelerinin sağlanması, ihracat ve ithalatın yarattığı döviz işlemlerindeki kısıtlamaların serbestleştirilmesi, yabancı yerleşiklerin Türk bankalarında Türk Lirası hesap açmalarına ve Türk Lirası kazançlarını yurt dışına transfer edebilmelerine izin verilmesi, yabancı yerleşiklerin devlet borçlanma araçlarını satın alabilmelerine izin verilmesi ve bankaların işlemlerinde kullandıkları döviz kurlarını bağımsız olarak belirleyebilmelerine olanak tanınmasıydı.
Bilgi ve deneyim eksikliği ciddi sıkıntılara yol açtı
Türkiye’nin 1980’den itibaren uyguladığı reform silsilesi, büyük oranda Washington Uzlaşısı olarak bilinen ve IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı’nın hazırladığı, ülkeden ülkeye çok az farklılıklar gösteren bir reçeteye dayalıydı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında bu reçete, çok daha fazla sayıda uygulanmaya başladı. 24 Ocak kararlarıyla kendi reform sürecini zaten başlatmış olan Türkiye, o yıllarda ekonomik, ticari ve finansal serbestleşmenin dünyadaki en önde gelen temsilcilerinden bir tanesiydi. Ne var ki, sonraki yıllarda yapılan birçok akademik çalışmada, bu reformların sıralaması ve zamanlaması konusunda hatalar yapıldığı ortaya kondu. Meraklı okuyucularımızın, bu sene içerisinde kaybettiğimiz çok değerli iktisatçı merhum Hasan Ersel’in bu konudaki çalışmalarını okumasını tavsiye ederim. Çok kısa bir zaman diliminde, neredeyse tamamen kapalı bir ekonomiden, o dönemde dünyanın en liberal ekonomik sistemlerinden birisine evrilen Türkiye’de, toplumun her kesimindeki bilgi ve deneyim eksikliği ciddi sıkıntılara yol açtı. Bundan daha önemlisi, serbestleşen piyasaların düzenlenmesi ve denetlenmesine yönelik adımlarda çok geç kalındı, ya da bu konuya yeterince önem verilmedi. En kötüsü, piyasalardaki serbestleşme, politikacıların ahlakını daha da bozdu. Tüm bunların sonucunda, bugün bile etkilerini hissettiğimiz, 1994’te başlayan ekonomik krizler zincirinin temelleri atılmış oldu. Yani, reform sürecinde gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemenin bedelini hâlâ ödüyoruz.