Türkiye Bilişim Vakfı (TBV), 7 Kasım 2025’te Kuruçeşme Divan’da düzenlediği etkinlikle 30’uncu yaşını kutladı. TBV Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Eczacıbaşı, basına açık bölümde yaptığı konuşmada bilişim sistemlerinin teknik özellikleri yerine dünyayı nasıl değiştirdiklerine bakarak hareket ettiğini anlatarak teknolojinin “bağırsaklarıyla” hiçbir zaman ilgilenmediğini anlattı. Tamamen teknolojinin yarattığı ve yaratması gereken kültürel dönüşüme odaklanarak 40 yıla yakın meslek ve 30 yıllık TBV tarihindeki aşamaları gerçekleştirdiğini anlıyorum. Mühendislik öğrenimi gördükten sonra basında çalışmaya başlamış biri olarak benzer bir hikâyem var.
Aramızda 14 yaş fark olsa da sanırım ruhen aynı ülkenin parçasıyız. Önce basit bir hikâye olarak kendiminkini anlatayım. Bir televizyon fabrikasında staj yaparken büyük bir fırsat yakalamıştım. Japon teknolojisi ile üretim yapıyorlardı ve geleceğin altyapısı olduğu düşünülen uydu teknolojisi için de, kurulan Ar-Ge merkezinde bir tesisat kurulmuştu. Çatıda bir çanak anten vardı ve bu sayede 1990’lara giderken işyerinde uydu yayınlarına erişebiliyordum. Müthişti.
Başka stajyer arkadaşlar da vardı. Sohbet ettiğimizde, televizyon devreleri konusunda kendisini geliştirmeye çalışan bir arkadaş –aynı yerde bulunduğumuz için arkadaş diyorum yoksa samimi olduğum bir değildi- teknoloji konuşurken beni küçümseyerek yeni gelişen entegre devreler ve televizyon kartlarından farklı bileşenlerle ilgili daha çok çalışmam gerektiğini söyledi. O arkadaş, “Mühendislik yapacaksan odaklanmalısın. Böyle rahat yaşayarak iyi mühendis olunmaz.” dedi. Umarım elektronik devre tasarımı dersinde öğrendiklerinin üzerine bir şeyler koyarak devreler ve sistemler dersinde öğrendiklerimize terfi edebilmiştir. Ben bugünden geriye baktığımda, öğrendiklerimden mutluyum.
O staj sırasında CNN International yayınını izleyebiliyordum ki ağırlıkla o kanal açık oluyordu. Bültenlerde sürekli heyecanla haberler veriyorlardı; müthiş bir şey olduğu izlenimini ediniyor ama ne olduğunu asla anlayamıyordunuz. Sürekli güncelleme geçiliyordu. Yıllar sonra medya ile ilgili işler yaparken bunun insanları ekranın karşısında tutmak ile ilgili bir konu olduğunu anladım. İnsanı televizyonun karşısında ne kadar uzun süre tutar ve reklam yayınına geçtiğinde ayrılmamasını sağlarsanız o kadar başarılıydınız. Ben sadece haber almak için yayınları değil; aynı zamanda reklamları da izliyordum. Gözüme ABD ordusunun bir reklamı ilişmişti.
ABD ordusu, hurdaya ayırdığı eski kamyon ve jeep’lerini satışa çıkarmıştı. Jeep’ler 4,99 dolar ve kamyonlar 9,99 dolardı. Tek koşul, bu araçların bulundukları yerden alınmasıydı. Ordu bunları bu şekilde elden çıkaramadığında hurdalarını depoladığı çöl arazisine kadar bunları taşımak zorundaydı ki, bu da önemli bir lojistik maliyetiydi. Maliyetten kurtulmak için öyle bir formül bulmuşlardı. Ben ekonomiyi orada öğrendim.
Benim staj yapmamdan sadece 15 yıl önce, biz Kıbrıs’a çıkarma yaptığımızda ve ABD bize ambargo uygulamaya başladığında telsiz sistemleri gibi gelişmiş ürünlerin yanında vermediği bir şey de bu askeri araçlardı. Ben bunların ne olduğunu o zaman 7-8 yaşlarında bir çocukken değil, 12 yaşımda askeri darbe sırasında, “cemse” ile gelip insanları gözaltına aldıklarında anladım. 1980’de halkın cemse dediği askeri araçlar, bugün üzerinde GMC harflerini gördüklerinizdi. Ben uluslararası ilişkileri orada öğrendim. Buradaki 15 yıl ifadesini zihninizin bir köşesine yazın.
O dönemde öğrendiğim bir diğer şey ise, sınai üretimin nasıl yapıldığıydı. Şu anda ofis ve yaşam alanı haline gelen Mecidiyeköy’deki fabrikada televizyon kartı üretimini Kuştepe’den ve düşük gelirli insanların barındığı diğer mahallelerden gelen başörtülü kadınlar yapıyordu. Bu belki maliyetleri çok aşağıda tutabilmek için geliştirilmiş bir üretim biçimiydi ama aynı zamanda bu kadınların pirinç ve mercimek temizlemedeki yeteneklerini yansıttığı bir iş olarak yüksek performans sağlıyordu. O maharetli parmaklar, mercimeğe benzeyen kondansatörleri olduğu kadar dirençleri ve diyotları da –karşılarına asılmış örnek devre plaketindeki gibi ve ne yaptıklarını bilmeden- doğru yere yerleştiriyorlardı. Ben sanayileşmeyi orada öğrendim.
Ablalar bu işleri yaparken mühendislik tarafı da süper bir iş yapmıştı. Bu şekilde parçaların üzerine yerleştirildiği kartların üzerine yerleştirildiği bir test protoboard’u hazırlamışlardı. Karta elektrik verildiğinde devreler normal çalışmalarını yapıyorlar ve farklı fonksiyonlara yönelik testler farklı switch’ler (anahtar) ile tetikleniyordu. Böylece “sonra bakarız” demeden üretim aşamasında Japonlara yakışır hatasız üretim gerçekleştiriliyordu. Ben mühendisliği orada öğrendim.
Staj yerimi babam ayarlamıştı. İstanbul’un 2 milyon nüfusa sahip olduğu dönemde, benim de doğum yerim olan Kocamustafapaşa’da oturup Vefa, Sultanahmet gibi yerleriyle şehri oluşturan coğrafyada yaşadığı için “herkesi” tanıyordu. Ama benim o kadar tanıdığım yoktu. Staja gittiğimde işçileri takip edip yemek için işçi yemekhanesine gittim. İşçiler karavana ile yemeklerini alıp masaların önündeki banklara oturuyor ve yemeklerini yiyorlardı. Birisi hızlı yiyip aradan çıktığında diğer işçilerin kaymaları gerekiyordu ve bunu yapmaları gerekiyordu. Bunu da yapıyorlardı ama yapmadıklarında bir görevli gelip banka vurarak ya da tekme atarak hatırlatıyordu. Bana sert davranmadılar ama yaşı benden büyük olan biri, ben daha küçük olmama rağmen “ğabey, mühendis lokantası genel müdürlüğün orada. Sen orada yesen daha iyi.” dedi. Daha sonra mühendis yemekhanesinde beyaz örtülü masalarda, siz oturduğunuzda masaya gelen yemeği yemeye başladım ama bu ülkenin insanıyla ve özellikle işçisiyle ne yapılabileceğini ben orada öğrendim.
Turgut Özal’ın başbakan olmasının ardından yeni işleri ve üretimi teşvik etmek için kaynak sağlanması artmıştı. Burada da aynı imkânlardan faydalanılıyordu. Çanak anten ve uydu yayını muhabbetleri bu teşviklerle ileri teknoloji ve araştırma geliştirme yapılıyor izlenimi yaratma arasında bir köprüydü. Oysa yaptığımız iş, Japon markalı televizyonların açma/kapama düğmelerini tamir etmekti. Çünkü bizim kullanıcılar güvenli olması için izlemeleri her sona erdiğinde o düğmeden kapanıyordu. Oysa ki Japonlar, elektronik açma/kapama düzeneğinin mekanik olanlara göre yüzlerce fazla kez kullanılabilmesinden yola çıkarak televizyonu kumandadan açıp kapama modelini geliştirmişlerdi. Bizim kullanıcı tırnaklı bir mekanizma ile çalışan bir kerelik açma/kapama düğmesini tercih ediyor, buna bastığında bile kumandadan tekrar açması gerektiğini öğrenene kadar bastıra bastıra tırnağı kırıyor ve bu yetersiz ürünü servise gönderiyordu. Japonların kullanıma uygun tasarım yaptıkları bu ürünlerde, bu televizyonların düğmelerine erişmeyi kolaylaştırmayan bir tasarım yapması şaşırtıcı değildi. Sonuçta binaya çıkma olarak yapılan ve her yağmurda su basan “Ar-Ge departmanında” televizyonların neredeyse tamamı sökülerek bu düğmeler tamir ediliyordu. İleri teknoloji Ar-Ge’si! Departmanda Bulgaristan’dan gelen iki arkadaş bütün bu zorlu ve el becerisi gerektiren işleri hallediyordu. Bir gün bana dönüp birkaç günlüğüne İzmir’e gideceklerini söylediler. İzmir Fuarı’ndan radyolink ile Türkiye’nin ilk naklen yayınını yapacaklardı. Ben de o arada staj defterimi yazabilirdim. Bir gün geç gittiler çünkü genel müdür yardımcısı matkabın çıkması için imzalaması gereken irsaliyeyi “çok işim var” diyerek imzalamadı. O zaman kapris sanmıştım ama bugünden geriye baktığımda üst yönetim içinde bu başarının kimin hanesine yazılacağı konusunda bir çekişme olduğunu düşünüyorum. Bu tarafı önemli değil ama ben orada işlerin nasıl yürüdüğünü ve yönetici döven birine dönüşmemek için mühendislik fantezisi kurmamak gerektiğini öğrendim.
O yıllarda üretim bandında bir mühendis hanım vardı ve birkaç günümü üretim bandının başında geçirirken kendisi ile sohbet etme fırsatım olmuştu. O sırada benim stajı mükemmelleştirmeye çalışan yüce güç, üretim bandında arıza çıkardı. Mühendis hanım bu arızayı raporlayan bir yazı yazdı. Bunu zarfa koydu ve posta ile Japonya’ya gönderilmesi için görevliye verdi. Yaklaşık bir hafta sonra ölçüm aletleriyle gelen iki Japon banttaki sorunu çözdü ve bizim mühendis hanım da orada kaldıkları sürece onlara çevirmenlik yaptı. Sırf bu boyutuna bakarsanız küçümseyebilirsiniz ancak bu mühendisin yaptığı oradaki toplam üretim sisteminin devam etmesi için zorunlu bir işti. Ben orada mütevazı görünün işlerin ne kadar önemli ve bunları yapan insanların –fark edilmese de- ne kadar kritik işler yaptıklarını öğrendim.
Bütün bunları anlatmamın nedeni, bu deneyimimden yedi sekiz yıl sonra kurulan Türkiye Bilişim Vakfı’nın (TBV) ve TBV Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Eczacıbaşı’nın neden önemli olduğunun zeminini oluşturma isteğim.
30 yıllık TBV macerası
Faruk Eczacıbaşı, Divan Kuruçeşme’deki etkinlikte dikkatimi çeken iki şey söyledi. Bunlardan ilki TBV’nin, internetin ortaya çıktığı kuruluş dönemi ile bugün arasındaki döneme ait olmasıydı. Diğeri ise, bilişimin yarattığı etkiye odaklanıp kültürel dönüşüme dayanan bir yaklaşım benimserken bilişimin bağırsakları olan teknik özelliklere hiç yüz vermediğini söyledi. O dönemde yetişmek, bugünün sorunlarını çözmek açısından çok önemli bir birikim sağlıyor.
TBV yaptıklarıyla ve oluşturduğu vizyonla bunu benim söylememe gerek kalmadan ortaya koyuyor. Ancak Faruk Eczacıbaşı’nın rolü burada biraz daha büyük; en azından benim üzerimdeki etkisi daha fazla oldu.
Bersay’ın, şu anda kentsel dönüşüme girmiş olan, Esentepe’deki eski binasının altında girişimcilerle yaptığı bir toplantıya katılmıştım. Eczacıbaşı, birçok şey anlattıktan sonra eczacılık işlerinin 1980’lerde batma noktasına geldiğini anlattı. İşleri olan eczacılığı çok iyi biliyorlardı ama Turgut Özal’ın bugünün temeli niteliğinde kurduğu yeni ekonomik sistemden anlamıyorlardı. Servet transferini hedefleyen bu dönüşümde batma noktasına doğru ilerlerken şirketi finansçılara emanet ederek yeni döneme adapte olduklarını anlatmıştı. Daha sonra Levent’te Kanyon projesi gündeme geldiğinde pazarlamacılar işi devralmıştı. Eczacıbaşı, sonrasında ise, topu markacılara verdiklerini anlatmıştı. Değindiği onlarca konu arasında benim açımdan en dikkat çekici olan bu dönüşümdü. Her devirde değer yaratma konusunda yeni bir araç bulmak ve geliştirme konusundaki becerisi, Eczacıbaşı’nın bugün TBV’ye gösterdiği yönün değerini de anlamayı kolaylaştırıyor.
Ben TBV üyesi ya da Eczacıbaşı çalışanı olmadığım için kendisi benim başkanım ya da toplantıda kendisine hitap edildiği gibi “kral” değil. Ancak yazdığı kitapta kurumların ve toplumun organizasyonun nasıl olması gerektiği konusundaki görüşleri ve yaptığı yatırımları ile ortaya koyduğu kişisel, toplumsal ve ekonomik kimliği ile iyi bir ağabey. Şu anda fabrika barındırmayan Fabrikalar durağındaki ilaç fabrikalarından birinin sahibi olan ailenin bir ferdi, farklı şirketlerin birleşmesi ile zamanında doğru ölçeğe ulaşan siber güvenlik şirketi Cyberwise’ın yönetim kurulu başkanı, e-Güven’in ortak kurucusu olarak tanıdığım Faruk Eczacıbaşı’nı zaman damgası uygulaması Tasdix’in müzik üreticilerine hizmet vermesi ile ilgili toplantıda sahnede hatırlıyorum. Telif haklarının korunması konusunda bu kadar önemli bir hukuki ve teknolojik bir çözüm olan Tasdix’in tanıtımında her yaprağının üzerine Tasdix markası basılan bir tanıtım kampanyasından geri durmamıştı. E-Güven’de ise TBV ile birlikte kişi olarak kurucu unvanıyla yer almıştı.
Günümüzde en önemli rekabet avantajı olan esnekliğin önde gelen temsilcilerinden olan Eczacıbaşı, ailesinin baş eczacı olmaktan gelen soyadının, yukarıda anlattığım Özal dönemi geçişi içinde yaşanan sorunlara karşın Kanyon ile birlikte nükleer tıp alanı ile kökenine uygun bir alanda anılmasını sağlayan politikaların içinde yer alıyordu.
Esneklik konusunda attığı en önemli adım, benim bir davetimi kabul etmesi oldu. Tempo’da çalıştığım 2000-2005 döneminde Eczacıbaşı ile Türkiye Bilişim Derneği (TBD) Başkanı Rahmi Aktepe’yi bir araya getirmeyi başardı. İstanbul’daki toplantılarda gündeme geldiğinde, teknoloji şirketi yöneticileri TBD üyelerinin sırtlarını hükümete dayayan şirketler ve akademisyenler olduklarını düşünüyordu. Ankara’da ise TBV’nin kar amacı güden ticari şirketlerin oluşturduğu bir organizasyon olduğu şeklinde bir algı vardı. Hem Eczacıbaşı hem Aktepe’yi tanıdığım için her ikisinin de böyle düşünecek insanlar olmadığını biliyordum ama sokakta konuşanlar bu şekilde konuşmayı uygun görüyordu. Haber dilinden uzaklaşırsam, Rahmi ağabey, İstanbul’a geldiğinde Faruk ağabey ile, kendisinin Kanyon’daki ofisinde bir araya geldi ve moderasyonunu benim yaptığım toplantıda Türkiye’yi bilişim alanında ileri taşımanın yollarını ele aldık. Ben de bunları Tempo dergisinde yazdım. Vakıf ve dernek varlığını sürdürse de, Tempo dergisi tarih olduğu için size bunu gösteremiyorum. Ama çok güzel bir anı olduğunu söyleyebilirim.
Pekiyi yıllar sonra, bütün bunları neden yazıyorum? Sayıların cazibesi beni bu noktaya sürükledi. TBV’nin 30’uncu kuruluş yılı, benim askere gidişimin ve yazı bürocu olarak bilgisayarla (PC) ilk olarak sorumlusu olduğum bir işi üstlenmemin 30’uncu yıldönümü. İTÜ’de ilk olarak PC görmüştüm ama bir saatlik randevuda tahtadan deftere geçirdiğimiz Fortran kodunu bilgisayara yazıyor ve son satıra yazdığımız RUN komutu ile bir çevrim işletiyorduk. Sonra bilgisayarı kapatıyorduk. Yoğunlukta randevu süresi yarım saate düşüyordu ama önemli değildi. İnternet ve grafik arayüz olmayan o yıllarda DOS promptunda siyah ekranda MD/CD komutları ile tanımladığımız alanda kod yazmak dışında ne yapabilirdik ki?
Sonrasında bir gün bir hocamız Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ile yazışmamı istedi. İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi’nin üst katında asistanı bulup fotokopicinin yanındaki odayı açtırdım. Örtülerini açtığımız bilgisayardan 2,4 K hızındaki modemle internete bağlanıp mesajlaşma programı ile ODTÜ’deki muhatabıma bir şey sordum. Karşı taraf “evet” yanıtını verdi. Bu yazışmayı diskete kaydedip bilgisayarı kapattım. Örtülerine bürüdüğümüz bilgisayarı kilitlediğimiz odada bırakıp disketi hocama teslim ettim.
Daha sonra çalışırken Apple bilgisayarlarda grafik arayüz kullandım ama yaygın olarak kullanılan grafik arayüzlü bilgisayarlar ve internet 1995-1996 döneminin konusudur. Bu dönemde yaşadıklarımı anlatsam kitap olur. Belki yazmaya başlarım ama iki örnek ile toparlayayım.
Birincisi, askerliğim sırasında bir çift kazıklı astsubay oğluna bilgisayar almak istiyordu ama Çanakkale’de bilgisayarcı yoktu. Cep telefonlarının da yeni olduğu bir dönemde ankesörlü telefonla konuşarak İstanbul’daki bir bilgisayarcı arkadaşımdan bilgisayar almasını sağlamıştım. 40 MB hard disk, birkaç MB RAM ve yanılmıyorsam Pentium IV işlemcili bilgisayara 2 bin dolar civarında para ödemişlerdi. Ben askere gitmeden önce sahibi olduğum bilgisayara 1.260 dolar ve bir miktar da lira vermiştim. Windows 3.1 kullanan bilgisayarda 40 MB sabit disk, 1 MB RAM ve Pentium IV işlemci bulunuyordu. Pentium IV yeniydi ve bilgisayarı aldığım bilgisayarcıdaki çocuklar “bu güçlü işlemcinin” soğutulma sorununu çözmek için üzerine yerleştirdikleri fanın enerji PIN’ini takmayı unuturlarsa işlemci yanıyor ve bilgisayar unutulmaz oluyordu.
İkinci örnek, birlikte kullandığım bilgisayarla ilgiliydi. Zihinsel sorunları olan Devrekli bir er yemek aralarında ne yapıyoruz diye bakmak için yazı büroya geliyor; arkadaşlar da ne yapacağını bilmediğimiz için onu hemen kollarından tutup dışarı atıyorlardı. Ben kendisiyle konuşarak bu sorunu çözebileceğimi düşündüm. Odaya girdiğinde yanıma çağırdım. “Bak” dedim “Biz burada çok önemli işler yapıyoruz. Senin böyle gelmen doğru değil.” “Ne yapıyorsunuz?” dedi. “Bilgisayarla çalışıyoruz.” Dedim. “O ne?” dedi. “Her şeyi bilen bir makine?” dedim. “Nasıl her şeyi?” diye sordu. Tüfek numaralarının kayıtlı olduğu belgeyi açıp onun tüfek numarasını söyledim ve CIA merkezi havası yarattım. “Nasıl bildi ya?” diye şaşırdı. Ben de “Bu bilgisayar. Her şeyi bilir.” deyince düşünceli düşünceli yazı bürodan çıkıp gitti. Ben ne kadar zeki olduğumu ve sorunu ne kolay çözdüğümü düşünürken iki gün sonra bu er yine geldi. Bu sefer telaşlı ve sıkıntılı: “Param yatmış mı?” dedi. Ne bileyim ben moduna geçtim ama çocuk ısrarcı. “Bilgisayar her şeyi bilir” demiştin diyor ve beni bildiğim halde kendisine söylememekle suçluyor. “Hay benim zekâma!” dedim. Derdimizi anlatamadığımız gibi bu sefer ancak ben de katılıp üç kişi olduğumuzda çocuğu dışarı çıkarabildik. Askerlik yapanlar, kışlada parasız kalmanın ne demek olduğunu bilirler. Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçip bankaya bir bakmak için her gün komutandan izin alıp çıkmak mümkün olmadığı gibi, para olmayınca çarşı iznine çıkmak bile mümkün değildir. Ben orada internetin bu ihtiyacı çözmesiyle de kabul göreceğini öğrendim.
Kilitbahir ve Eceabat’ta geçirdiğim o askerlik günlerinde düşman bombardımanı sonucu bir tepenin yarısının nasıl ortadan kalktığı ve yarısının kaldığı da dahil olmak üzere bir sürü çarpıcı şey gördüm. Dört-altı nöbetinden dönenlerin, gün ışırkenki ışık oyunlarından şehitlerin kendilerini ziyaret ettiğini sanmalarına şahit oldum. Muazzam bir savaşın izleri her yerde görülüyordu. Uzun oldu ama Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 87’inci yıldönümünde bunları anlatmak istedim.
Sonuçta TBV’nin kuruluşu ile benim askere gitmemin üzerinden 30 yıl geçmiş. Bu süre, giderek daha büyük saygı duyduğum Gazi Mustafa Kemal’in ölümü ile benim doğumum arasındaki süreye eşit. Aynı zamanda benim askere gidip Gazi’nin savaştığı coğrafyada bulunmamın üzerinden de 30 yıl geçmiş. Bu kadar 30 yıl üst üste geldiğinde bu yazıyı yazmak gerekti.
Çünkü nasıl ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Trablus deneyimi ile savaşı kazanmak için düşmanın kıyıya çıkmasını engellemek gerektiğini bildiyse, bizler de yaşadıklarımıza dayanan bu deneyimle zaferin ancak kaybedişlerin analizine yaparak mümkün olduğunu biliyoruz. TBV’ye nice 30’uncu yaşlara diyorum.