Bölüşümün bu kadar eşitsiz olması, kamu kaynaklarının kıyasıya talan edilmesini sonsuza değin devam ettirmek mümkün değildi. Nitekim kriz patlak verdi.
Türkiye bazı yönleri ile Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerine benzemekte. Ortak özelliklerimiz çok. Bu ülkeler genel olarak seçimin olduğu otoriter rejimlerce yönetilirler. Çoğunun geçmişinde askeri darbeler bulunmakta. Gelir ve servet eşitsizliği üst düzeyde olduğundan bu ülkelerin yurttaşları daha doğduğunda yoksulluğun içine düşerler. İktisat politikalarına ister sağ ister sol olsun popülizm egemendir. En önemli özelliklerinden birisi de kayıt dışılık, ekonomide ciddi ağırlığa sahiptir.
Bu otoriter kapitalizmin adı oligarşi olmasına karşın çoğu zaman bu kavram itici geldiğinden kullanılmaz. Devleti yönetenlerle kayıtlı ya da kayıtsız ekonominin büyük güçleri arasında sıkı bir ilişki bulunur. Bunlar kimi zaman çatışır gözükse de aslında bunu halka karşı oynanan bir tiyatro olarak görmek lazım. Örneğin Latin Amerika’da sözde hükümetler uyuşturucu kartelleri ile mücadele eder gözükür fakat aslında ortak çalışırlar. Bu ülkelerin bir başka ortak özelliği ise ABD’nin açık ya da zımni denetiminde olmaları. Ülkelerin egemen güçleri (baronları) kitleleri yönetmek için mikro kimlikleri kıyasıya kullanırlar. Özellikle Ortadoğu’da tarihsel temeli de olduğu için bu çok kolay yapılır. Sünni, Şii, Alevi gibi dinsel kimliklerle Arap, Kürt, Süryani vb. etnik kimlikler kullanılarak halkın iktisadi ve sosyal sorunlardan uzaklaşmaları sağlanır. Bu bakış açısı İslamcı ve sağcılar için normal olarak kabul edilebilir. Anlaşılır olmayan, sosyalistlerin ve sosyal demokrat kimlik taşıdıkları savında olanların da ayrıştırıcı kimliklerin peşine takılmaları.
Türkiye’de uzun dönemdir bu ayrımcı politikalar kendilerine hemen her sahnede yer buldular. İslamcılar, ırkçılar, Kürtler (baronları tabii) kendi siyasal alanlarını çok iyi kullandılar. Ülkenin çoğunluğu aslında bu kimliklere uzak iken ayrışmayı keskinleştirerek kendi tabanlarını genişletirken, ülkenin sermaye sınıfı ile eklemleştiler. İşveren ve işçi örgütleri arasında ayrım ortadan kalktı (çok azı bu ittifakın dışında kaldı, DİSK bunlardan birisidir). Hepsi egemen siyasal ve iktisadi güçlere hizmet eder hale geldi. Tüm bu ortaklığın ülkede ekonomik krizlere neden olacağı kesindi. Çünkü bölüşümün bu kadar eşitsiz olması, kamu kaynaklarının kıyasıya talan edilmesini sonsuza değin devam ettirmek mümkün değildi. Nitekim kriz patlak verdi. Geniş halk kitleleri sınıfsal pozisyonlarını sorgulamaya ve taleplerini yüksek sesle dile getirmeye, muhalefet de güçlenmeye başladı.
Baronlar bu gidişatı önce devletin ve yargının baskısı ile durdurmak istedi, olmayınca görünüşte-sözde milliyetçi olan iki parti (MHP ve DEM) öne sürülerek bırakın sınıfsal ayrışmayı gelin biz size “sözde demokratikleşme” adı altında ayrıştıralım dendi, iktidarın büyük ortağı, ülkeyi zaten 23 yıldır bu felsefe ile yönettiği için oyunun kurucusu oldu. Bu sürecin başında iken bizden söylemesi, (İki sözde milliyetçi partinin liderlerine, baronlarına) kumarhanede kazanan hep kasadır.
Bu ülkede büyük bir yaşam savaşı veriliyor
Halkın ekonomik sorunlarla adeta yok olma noktasına geldiği bu dönemde CHP, sosyalist partiler, gerçek demokratlar ve milliyetçilerin bu oyuna ortak olmamaları hatta seyirci bile olmamaları gerekir. Çünkü baronların “terörsüz, demokrat Türkiye” söylemleri yalandır. Çünkü terörü yaratanlar zaten baronlardı.
Türkiye’de özgürlük, eşitsizlik, işsizlik, enflasyon sorunu var. Bunların nedeni de sınıfsaldır. Bu ülkede büyük bir yaşam savaşı veriliyor, bu savaşı verenlerin ortak kimliği de yoksulluk ve emek gücüdür. Baronların etnik kimlikleriyle aynı masaya oturmalarının nedeni de sömürüyü sürdürme ve emeğin gücünü yok etme çabalarıdır.
Okuma önerisi: Cavit Orhan Tütengil, Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak.