Türkiye çoklu bir krizle yüz yüze. Faiz, enflasyon, döviz tartışmaları gerçeği gizliyor: Borç, üretim, göç, eğitim ve iklim sorunları iç içe geçmiş durumda.
İktisatçılar 1980’lerden sonra yaşanan krizleri sınıflandırmaya başladı. Önce kuşak ayrımı yaptılar, sonra reel, parasal, bankacılık, likidite krizleri gibi kimliklendirmelere gittiler. 2008 krizi sonrası çözüme yönelik müdahalelerde iktisatçılar kendi aralarında bölündüler. Bir tarafta krize neden olan finansallaşmayı savunan ve çözümü de aynı politikalarda arayanlar, diğer tarafta ise finansallaşmanın kontrol edilmesini ve maliye politikasını öne çıkartanlar. Elbette krize bu iki guruptan tamamen farklı bakan Marksist iktisatçılar var. Marksistlerin görüşleri bu krizde daha çok konuşuldu, çünkü krizin sonunda gelir dağılımı çok büyük boyutta bozulurken, kamu, özel ve hane halkının borç stoku da ciddi bir biçimde arttı. IIF’e göre Şubat 2025 itibari ile borç stoku 324,3 trilyon dolara ulaştı. Bu borcun 60,4 trilyon dolarlık kısmı hane halkına, 93,9’u reel sektöre, 72,9’u finansal sektöre ve 97,1 trilyon dolarlık kısmı kamu sektörüne ait. Borca ülke guruplarına göre baktığımızda toplam borcun 217,7 trilyonluk dolarlık kısmı gelişmiş ülkelerce, 106,5 trilyon dolarlık kısmının da gelişmekte olan ülkelerce kullanıldığını görmekteyiz.
Görüldüğü üzere ülke ayrımı ve kesimler ayrımı olmaksızın her kesim borçlu. Bu borcun bırakın anaparasını sadece faizini ödemek bile ülkelerin makro dengelerini bozmakta. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde kalkınma göstergelerin iyileşmesinde önemli bir engel olarak karşımıza çıkmakta. Nitekim Türkiye’de OVP’YE (2026-2028) göre kamu kesiminin 2026 yılında 2,8 trilyon TL, 2027 yılında 3,1, 2028 yılında 3,4 trilyon TL sadece faiz ödeyeceği tahmin edilmekte.
Böyle bir borç yükünü halkın üstüne yıkmadan kurtulmak mümkün mü? Aslında mümkün. Bunun için para ve maliye politikalarında farklılaşmaya gitmek gerekir, homojen değil, heterojen politikalara dönülmeli. Örneğin toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin payını azaltıp, gelirler ve kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payını artırıcı bir vergi politikası izlemeniz gerekir.
Bizim en çok konuştuğumuz krizler fiyat kaynaklı. Faiz oranı, döviz kuru, enflasyon gibi. Üstelik bunlardaki dengesizlikleri tıpkı şimdilerde yaptığımız gibi sadece uygulanan para politikasına bağlıyoruz. Gelin düşünülelim. Türkiye’de neden et, süt ve yumurta fiyatları diğer ülkelere göre ve ortalama gelire göre yüksek? Çocuklarımız yeterli protein almadıkları için ilerleyen yaşlarda birçok hastalığa yakalanacak. Sorunun yanıtı basit Türkiye yeteri kadar üretim yapmıyor/yapamıyor. TÜİK’in 2025 yılında açıkladığı son verilere göre Haziran ayında geçen yılın aynı dönemine göre yumurta üretimi yüzde 10,4 azalırken, inek sütü üretimi ancak binde 9 arttı. Kırmızı et üretimi ise 2024 yılı sonunda 2023 yılı sonuna göre yüzde 10,7 azaldı. Türkiye’de eski yıllardaki kadar olmasa da nüfus artıyor, diğer yandan hükmet milyonlarca göçmeni “din kardeşi” diyerek ülkeye kabul etmekte. Bu göçmenler ne yer, ne içer, nerede kalır hesabını hiç yapmadı/yapmıyor. Çünkü onlar, AB fonları ile yapılacak inşaatlardan gelecek olan fonlara göz koymuş durumdalar. Öte yandan göçmenler kayıt dışı olarak çalıştırılarak İslami sermayenin üretim maliyeti düşürülmekte.
Türkiye’de iklim değişmekte, su sıkıntısı artmakta, sosyal yaşamda kadın cinayetleri, uyuşturucu kullanımını artmakta, eğitim kalitesi düşerken adeta orta çağda yaşayan MEB zorunlu eğitimi aşağıya çekmek, çocukların okumak istemedikleri İHL sayısını artırmak ve karma eğitimi ortadan kaldırmak için uğraşmakta.
Görüldüğü üzere Türkiye çoklu bir kriz yaşanmakta ancak hükümet bunun farkında değil, en azından görmezlikten gelmekte. Halk yavaş yavaş yaşanan krizin farkına vardı ancak geç kaldı.
Okuma öneri: Yüzyılın Ekonomisi