ZEYNEP PELİN
Lisedeyken, edebiyat derslerinde birbirinden değerli yazarı ve sanatçıyı tanıma fırsatı bulmuştuk. Steinbeck’ten Dostoyevski’ye, Yakup Kadri’den Tanpınar’a kadar uzanan edebi dünyanın kapılarını aralamıştı bizlere hocalarımız. Bir gün, edebiyat öğretmenimin dersten sonra yanına gitmiş, derslerimize konu olan kadın yazarların azlığının dikkatimi çektiğinden söz etmiştim. Hep severek andığım okulum Saint Michel’deki edebiyat öğretmenim bu konuyu dikkate alacaklarını ve ders işlenişine daha çok kadın yazar dâhil edeceklerini söylemişti. Daha sonra kendi kendime düşündüm, acaba bugüne kadar bir öğrenci öğretmenine gidip, “Daha fazla erkek yazar okumalıyız” demiş miydi?
Hukuk Fakültesi’nde Yargı Etiği dersinde, Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann’ın yargılanmasını ele alan yazar Hannah Arendt üzerine tartışıyorduk. Sınıftan bir öğrenci soruyu yanıtlarken “Bir kadın yazar vardı onun kitabıydı” demişti. Profesörümüz, neden “kadın” diye belirtme gereği duyduğunu sormuştu öğrenciye. Gerçekten de Martin Heideger’den ya da herhangi bir erkek filozoftan söz ederken, “erkek yazar” olarak vurgulandığını hiç duymuş muyduk?
Kadın yazar mı, sadece yazar mı?”
Henüz yirmi yıllık hayatımda tanık olduğum bu ve buna benzer birçok örnek aklımı kurcalamıştır. Bir kadın bir düşünceyi, eseri ya da yapıtı ortaya koyduğunda, insanlar onun etkisini tartışmaktan önce neden bunun ‘bir kadına ait’ olduğunu vurgulama ihtiyacı duyar?
Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre’ı felsefi yönden birçok noktada derinden etkilemiş ve düşünsel olarak kendisine önemli katkılarda bulunmuş olmasına rağmen, neden hep Sartre’ın adı öne çıkar da Beauvoir yalnızca onun ‘feminist yazar ve hayat arkadaşı’ olarak anılır?
Kadınlar, yaşadıkları tüm zorluklara, önyargılara ve kalıplara rağmen yenilmez cesaretleriyle yüzyıllar boyunca bize birlikte büyüyebileceğimiz kahramanlar olmuş, kurmaca dünyalarında da bu ilhamı taşıyan unutulmaz karakterler yaratmışlardır.
ANNELER GÜNÜ'NE ÖZEL
Bizi büyüten kadın karakterler
Louisa May Alcott, Küçük Kadınlar eserinde bizleri dört kız kardeşle birlikte büyümeye davet eder. Onların acılarına, hayallerine tanıklık eder, sevinçlerinde ve kederlerinde yanlarında oluruz. Kitabı okurken her genç kız kendisini March kardeşlerinden birinde bulur: Tutkulu ve dik başlı Jo’da, nazik ve saf yürekli Beth’te, zeki ve hırslı Amy’de ya da sorumluluk sahibi ve şefkatli Meg’de… Alcott, Küçük Kadınlar aracılığıyla, bizlere sınırsız olanaklarla dolu bir dünyanın kapılarını aralar; böylece her birimize, kendi kimliğimizi keşfetme ve kendimiz olma cesareti verir. Özellikle de sınırlı imkânlara sahip küçük kızlar için bu vaat, sonsuz bir umut ve bir armağandır.
Jane Austen, romanlarında dönemin sosyal döngülerine yer verirken, kendi de o görünmez kuralların ağırlığını taşıyan bir yazar olarak, bitmek bilmeyen toplum kalıplarıyla örülü bir dünyada bile karakterlerinin mizahı ve insan sıcaklığını bulmalarını sağlar. Austen, yüce aşk hikâyeleri yerine, kendi "aşk" hikâyelerinde gariplik, samimiyet ve kusurlar yaratmıştır. Gurur ve Önyargı’da “hünerli kadın” kavramı üzerinden çizilen ideal kadın portresi, erişilmesi neredeyse imkânsız bir kusursuzluk beklentisiyle örülüdür.
Elizabeth Bennet ise bu kalıba meydan okur; “tarif ettiğiniz gibi bir kapasite, zevk, uygulama ve zarafetin bir araya geldiğini hiç görmedim” diyerek bu beklentilerin gerçek dışılığını açıkça dile getirir. Onun sesi, gelenekle sınırlanan kimliğe karşı güçlü bir itirazdır.
Sense and Sensibility, akıl ve tutku arasında bir denge kurarak duygusal anlamda olgunlaşma sürecine dair bir hikâyedir. Mansfield Park, görünüşe ve statüye aldanarak asıl önemli olanı göz ardı edenlerin karşısında bir uyarı niteliği taşır. Emma, ayrıcalıklarla büyümüş olmanın getirdiği yanılsamaları küçük çöküşlerin ardından aşan, keskin zekâsı ve içtenliğiyle hayranlık uyandıran bir kadının incelikli dönüşümünü ele alır. Persuasion (İkna), olgun bir zihnin sağladığı içsel derinliğe ve farkındalığa dikkat çeker. Northanger Abbey ise gotik romanlara fazla kapılan genç kızların hayalperestliğini hafifçe alaya alırken, sıradan hayatı keskin bir mizahla kahramanlık anlatılarına dönüştürür.
Kalemleri elinden alınan kadınlar
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da kısıtlanan dehanın iç acıtan dramını gözler önüne serer. Bir kadının, eğer ailesi olağanüstü zengin değilse, kendine ait bir odası bile olmazdı; harcamalarında ve kararlarında tamamen başkalarının insafına bağlı yaşamak zorunda kalırdı. Woolf’un ifadesiyle, sanatçının zihni “parlak olmalı… içinde hiçbir engel, hiçbir tortu kalmamalıydı.” Oysa kadınların yaratıcı zihinleri, yüzyıllar boyunca toplumsal ve siyasal hayattan dışlanmış, sesleri bastırılmış, kalemleri ellerinden alınmıştır. “Kendine ait bir oda”, kadının yaratıcı gücünü özgürce ifade edebilmesi için hem fiziksel hem de simgesel bir alanı temsil eder. Erkek egemen bir dünyada var olabilmek, yazabilmek ve üretebilmek için kadınların kendilerine açmaları gereken özgürlük kapısıdır Woolf’un odası.
Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da bize şu soruyu yöneltir: Bir kadının, Shakespeare’in çağında onun gibi oyunları yazabilmesi mümkün müydü? Dönemin kadınlarına dayatılan fırsat eşitsizliği ve toplumsal koşulların boğuculuğu altında kadınların, edebi başarılarda erkeklerle rekabet etmeleri mümkün değildi. Woolf, bu fikri somutlaştırmak için ‘Judith Shakespeare’ adını verdiği kurgusal bir figür yaratır: Shakespeare kadar yetenekli, ama onunla aynı özgürlüğe sahip olmayan hayali bir kız kardeş. Ancak Judith’in hikâyesi, bir kadının yeteneği yalnızca cinsiyeti nedeniyle çok farklı bir sona yol açar.
Suya batırılan cadı mı, bilge mi?
Ve Woolf, bu tarihsel sessizliğe karşı çarpıcı bir tespitte bulunur: “Oysa kişi, suya batırılan bir cadı, şeytanın içine girmiş olduğu bir kadın, şifalı otlar satan bilge bir kadın ya da bir annesi olan az rastlanır mükemmellikte bir erkek ile ilgili bir şeyler okuduğunda, yitik bir romancı, baskı altında bir ozan, suskun ve boynu bükük bir Jane Austen, yeteneğinin onu soktuğu işkenceyle çıldırmış, yol kenarlarında başıboş gezinen ya da çayırlarda dolaşarak kafasını patlatan bir Emily Bronte’nin izini bulduğuna inanıyor.”
Peki, tarih boyunca kaç kadın üretmeye, yaratmaya ya da yalnızca kendini ifade etmeye çalışırken yok sayıldı; daha da kötüsü, susturulmak için deli, ahlaksız ya da tehlikeli ilan edildi? Kaç kadın, yalnızca gerçeği söylediği için “cadı” damgasıyla cezalandırıldı, yakıldı, susturuldu? Ve bugün hâlâ, kaç kadın yalnızca hakkını aradığı, eşitlik talep ettiği için yargılanıyor, itibarsızlaştırılıyor, toplum tarafından hedef hâline getiriliyor? Woolf’un metni, sadece geçmişin değil, bugünün kadınlarına da hitap eden, bize güç veren bir sesleniş haline gelmiştir.
Bir teşekkür ve bir miras…
Tüm bu kadınlar, benim gibi odasında Emma’yla toplumsal klişelerin arasından kendini yeniden keşfetmeye çalışan; Amy March’la büyüdüğünü dünyaya kanıtlamak isteyen; Maria Puder’le, bedenindeki her dürtü başka bir şey söylese de aşkı reddeden; Anna Karenina ile yalnız ve soğuk bir tren yolculuğuna çıkan; Jane Eyre’le özgürlüğü arayan ve Elizabeth Bennet’la balo salonlarına umutla hazırlanan kadınlar için ilham kaynağı olmuştur. Bu yazarlar bizleri adeta birer anne gibi büyütmüş, karakterleriyle bize her şeyi başarabileceğimizi fısıldamışlardır. Yaşadığımız dünyayı güzelleştirmek için bizlere yaratıcı zihinler, direnç dolu hikâyeler bırakmışlardır. Bizlere ses oldukları ve kelimeleriyle yolumuzu aydınlattıkları için onlara gönülden teşekkür ederim.
Ama en çok, beni bu edebi dünyayla tanıştıran anneme teşekkür etmek isterim.Her zaman en büyük ilham kaynağım, adımı aldığım kişi annemdir. Zorluklara dimdik göğüs geren, beni sevgisiyle büyüten ve yuvamızıkitaplarla, müzikle, neşeyle dolduran anneme sonsuz bir minnet borçluyum.
Hangi yaştan olursa olsun, ‘çocuklarını büyütmeye devam eden’, gülüşüyle, sesiyle güç veren, varlığıyla ilham olan tüm annelerin ve yüreği sevgiyle dolu kadınların Anneler Günü kutlu olsun.