Bütün dünya bir sahnedir ve bütün erkekler ve kadınlar oyuncu.
William Shakespeare
Güleç kurye karakteri
Cahit Külebi bir şiirinde şöyle der: “Samsun’un evleri denize bakar/Sokakları yosun içinde”. Arnavutköy’ün de evleri denize bakar. Ama sokakları yosun içinde değil, araba içindedir. Bazı sokaklar otopark gibi, araba doludur. İşte böyle bir sokakta arabalar arasından geçerken bir motorlu yemek kuryesi ile karşılaştım. İki araba arasındaki dar koridora adımımı atmıştım ki, kurye ile karşılaştım. Kuryeyi görünce önce duraladım, sonra yürüdüm. Kurye durdu beni bekledi. Gülümseyerek hızla ilerledim, kuryenin geçmesi için dar koridoru hızla boşalttım. Kurye “Vay, Güleç Dayım” dedi gülerek. Sonra yine gülerek ekledi. “Biliyor musun Dayı, gülmek sana yakışıyor”. Ama öylesine içten söyledi ki, söylenene ben de inanıp daha uzun gülümsedim.
Bir zamanlar Emel Sayın’ın söylediği hit bir şarkı vardı “Gülmek sana yakışıyor”. Motorlu kurye gençti; belli ki Emel Sayın’ın şaşalı devrinde öğrenmemişti o şarkıyı. Ama şarkının nakaratını bir şekilde dile getirmişti. Kuryenin yanından geçerken ben de “Sağol; gülmek sana da yakışıyor, delikanlı” deyip omuzuna dokundum.
Perdenin açılması ile güne güleç kurye ile başlamış oldum. Sabah sabah acaba kurye kimin siparişini götürüyor diye merak ettim. Bu saatte olsa olsa kahvaltı olurdu. İçimden söylendim “Ne insanlar var şu dünyada. Bir kahvaltıyı bile hazırlayamıyorlar”. Ama düşününce iyi ki kahvaltılarını hazırlayamıyorlar dedim kendi kendime. Onların sayesinde de bu motorlu kuryenin karnı doyuyordu, yüzü gülüyordu.
Otobüs durağı sahnesi
Otobüs durağına geldiğimde durakta iki kişi vardı. Demek yakında otobüs geçmemişti; o halde çok beklemeyecektim. Eskiden olsa, bekleyenlere ne kadar beklediklerini sorardım. Ama şimdi teknoloji vardı. Telefonun kamerasını duraktaki QR koduna doğrulttum. Çıkan linke dokundum. Çıkan web sayfasında bu duraktan geçecek otobüsler ve bu durağa gelme süreleri vardı. İlk geçecek otobüs için 1 dakika diyordu. Durakta bekleyenlerle bu bilgiyi paylaşmak istedim. “İlk otobüs İstinye otobüsü ve gelme süresini 1 dakika veriyor” dedim. İki yolcu da bir tepki vermedi. Demek bilgiye ihtiyaçları yoktu. Gerçekten 1 dakika içinde otobüs geldi. Sabahın bu saatinde “Ortaköy Vale Cumhuriyeti” henüz çalışmaya başlamamıştı, trafik açıktı.
İstanbul’un belli yerlerinde trafik çok sıkışıyor. Ortaköy de onlardan birisi. Sanki “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı buralara egemen. Ama valeler bırakmıyor ki diğer arabalar geçsin. Bu bölgelerdeki beklemeler ve “U” dönüşleri trafiğin canına okuyor. Ama bunlara kimse ya karışamıyor, ya da karışmıyor. Ben de bu yerlere “Vale Cumhuriyeti” diyorum.
Fünikülere yetişme çabası
Aşiyan durağında indim. Elinde tenis raketi ile bir genç kız da indi. Büyük bir olasılıkla Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi idi. Otobüsten iner inmez kendisini füniküler istasyonuna inen asansörler önünde gördüm. Benden deneyimli biri idi. Bir bildiği var deyip ben de hızımı artırdım. Asansör dolu idi. Ben biner binmez kalktı. Raketli kız da binmişti. Bir kat indik, asansör kapıları açıldı. Sanki yeni açılışı dolayısıyla indirimli satış yapan mağazanın kapıları açılmış gibi, asansördekilerin hepsi koşmaya başladılar. Bu kadar kişi yanlış olamazdı. Herhalde bu kalkacak olan füniküler, sabahın son füniküleri idi. “Bunu kaçırmayayım, sonra yukarı çıkmak zor olur” diye düşündüm. Uydum hazır olan cemaata deyip ben de koştum. Eskiden olsa üniversitenin alt kapısından girip, yukardaki kapısından çıkardım. Ama şimdi zor olacaktı. Çünkü 30 yılı aşkın ders verdiğim üniversiteye şimdi girmek mesele olmuştu. Kampüse son girdiğimde kapıda bana “şüpheli” muamelesi yapmış, kara listelerinde tekrar tekrar adımı aramışlardı.
Koşmam işe yaradı. Fünikülere en son ben attım kendimi ve füniküler hemen hareket etti. Vücudumun nemlendiğini hissettim. Sonra fark ettim ki, bir sonraki sefer altı dakika sonra idi ve benim gittiğim doktor randevusu için epey zamanım vardı.
Bu hızlı şehir yaşamında siz de akışın hızına uyuyorsunuz. Sanki cennete giden son otobüs, son asansör, ya da son füniküler gibi koşuyorsunuz. Bu hızlı şehir, insanı gereksiz telaş ettiriyor. Bir kenarda kalamıyorsunuz. Akış, sel gibi sizi önüne alıp sürüklüyor.
Nişantaşı sahnesi
“Yok artık” diye haykırdı kadın. Metronun Osmanbey durağından yukarı caddeye çıkan yürüyen merdivenlerin yürümediğini görünce. Caddenin öbür tarafındaki yürüyen merdivenlere yöneldi. Acaba onun da çalışmadığını bilmiyor muydu? Yoksa o taraftan gelmişti de bunun çalışmadığını görünce mi böyle haykırmıştı? Yürüyen ama şimdi yürümeyen merdivenin yanındaki merdivenlerden çıkmaya başladım. Önümdeki yaşlı kadın merdivenleri ağır ağır çıkıyordu. Herhalde Ahmet Haşim bu durumlar için yazmıştı o dizeleri: “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak”. Ama güneş rengi yapraklar yoktu metro durağının merdivenlerinde. Kadın soluklanmak için ilk platformda durunca onu geçtim ve merdivenleri tırmanmaya devam ettim.
Nişantaşı’nın caddelerinde yürüyenlerin çoğunu iki tip müşteri oluşturur. Bir tip müşteri, buradaki lüks mağazalardan alışveriş yapandır. İkinci tip müşteri de buradaki doktorlara ve hastaneye sağlık hizmeti satın almak için gelendir. Rumeli caddesinde yürürken ellerinde alışveriş paketleri ile yürüyen iki kadının konuşmaları kulağıma takıldı. Kadınlardan birisi bilmiş bilmiş konuşuyor ve şöyle diyordu: “Biliyorsun, 6 kere 4, 48…”. Karşısındaki kadın da itirazsız dinliyordu. Yanlarından geçerken içimden “Benden duymuş olmayın ama, bize 6 kere 4, 24 diye öğretmişlerdi” demek geçti. Ama yanlış hesabın Bağdat’tan dönüşünü beklesinler diye düşünüp bir şey demeden yoluma devam ettim.
Yaya kaldırımında akışkan bir yoğunluk vardı, yürüyorduk hep birlikte. Birden önümdeki genç kadın durdu ve 180 derece döndü. Burun buruna geldik. “Ama Hanımefendi, işaret vermeden U dönüşü yaptınız” diye şaka yollu serzenişte bulundum. Genç kadın elindeki telefonu gösterdi “Şimdi bir mesaj aldım, acil dönmem gerekiyor. U dönüşüm için özür dilerim” dedi, gülüştük. Demek nezaket Nişantaşı kaldırımlarını terk etmemiş diye düşündüm.
Nişantaşı’ndaki işimi görmüş, dönüşe geçmiştim. Vali Konağı Caddesi ile Rumeli Caddesi’nin kesiştiği dört yol ağzında idim. Vali Konağı Caddesindeki trafik akıyordu.Caddenin karşı tarafına geçmek için trafiğin durmasını bekliyorduk. Yanda duran iki kadın da sanırım alışverişleri bitirmiş ellerinde torbaları ile eve dönüş moduna geçmişlerdi. Harbiye yönünden gelen bir taksiye el salladılar. “Herhalde göz yanılması; taksiyi boş sandılar” diye içimden geçirdimse de taksi önümüzde durdu. Arkasındaki arabalar da durdu. Kadınlar taksiye binmek için hamle yaptı. Ancak o anda kimsenin beklemediği bir şey oldu. Çevredeki sınırlı sayıdaki erkek nüfusundan biri, taksinin sol arka kapısını açıp kendini arka koltuğa attı. Herhalde sol kapının kapanması, adamın poposunun koltuğa değmesi ve taksinin hiç durmamış gibi yola devam etmesi aynı anda oldu. Arkasındaki arabalar da hareket etti. Böylece trafik ışıkları değiştiğinde ortada kalma riskinden kurtuldular. İki kadın ve ben Nişantaşı kaldırımlarındaki son nezaket kırıntılarını da alıp götüren taksinin arkasından baka kaldık.
Perde
Her yaşanan gün, insan ömründe ayrı bir oyundur. Bu oyunun sahnesine değişik aktörler girer ve çıkar. Bu büyük oyunda sizin de bir rolünüz vardır. Ve bu büyük tiyatrodaki büyük senaryonun sadece küçük bir kısmını siz yazarsınız ve oynarsınız . Size bu oyundan, yaşamımdan bir perde sundum.
Eve döndüğümde yorulduğumu fark ettim. Şehrin hızı ve gürültüsü beni yormuştu. Ama yüzümdeki gülümsemeyi silememişti. Güleç kuryeyi anımsayıp gülümsedim.