Papa, insanın mahallesinden her gün geçmiyor. İnanılmaz bir güvenlik ve heyecan dalgası arasında oturduğum kafede kitabımı kapatıp yola odaklanıyorum. Oysa biraz önce Arif Ergin’in “Gizlenen” romanındaki distopik İstanbul’daydım…
Arkadaşımı beklerken “bir kahve içip kitabımı okuyayım” dediğim kafenin önünde inanılmaz bir hareketlenme yaşandı. Önce sirenlerini çalıştıran motosikletli trafik polisleri, sonra yolu yaya geçişine bile kapatan olağanüstü güvenlik zinciri… Yan tarafımdaki insanlardan İstanbul’da olan Papa’nın bu yoldan geçeceğini öğreniyorum. Çok kültürlü mahallemde meğerse böyle bir heyecan dalgası esiyormuş. Önümdeki masada oturan anne ve kızı saatlerce bu kafede Papa’nın geçişi için beklemişler.
Tesadüf bu ya, elimdeki kitapta kurmaca bir evrende geçen hikâyenin içinde Papa’nın sözlerini okuyorum! “İçinde yaşadığım simülasyonun kırılma noktalarından biri herhalde” diye düşünüp gülüyorum. Kitaptan gözümü ayırıp konvoyu beklemeye odaklanıyorum. Birbirini ardına hızla geçen minibüsler, polis araçları arasında hangisinde Papa’nın olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. Önümdeki anne-kız yola atlamış tüm araçlara el sallıyor. Komşularımın heyecanına tanıklık ediyorum. Kafamı kitabıma çevirdiğimde Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki çok eski bir tartışmanın içine düşüyorum: Hristiyanların gerçek temsilcisi Roma’da mı, İstanbul’da mı?
Yol yaya geçişine açılınca arkadaşımı görüp kitabı kapatıyorum. Böylece kapaktaki ‘Koca Sinan’ bir kez daha selamlıyor beni. Elimde Arif Ergin’in yeni kitabı var. “Gizlenen” Eylül ayında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Rafta görür görmez aldım. Çünkü ilk kitabı “Tekvin” inanılmaz bir polisiyeydi. Her ne kadar Tekvin’in sonundaki şifre çözümsüz kalarak insanı çıldırtıyor olsa da –ya da çözdüğümüzü düşünüp yazardan net bir cevap alamasak da– kitaba kayıtsız kalamadım.
Kitabın konusuna gelince… Gelecekte geçiyor. Büyük İstanbul depremi yaşanmış. İnanılmaz bir kaos var. Nasıl olmasın ki; güzel İstanbul, Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte birine, ekonomimizin üçte birine ev sahibi. Yaşanan kaos sonrası uluslar İstanbul’a yardım etmek için “Mavi Görev Gücü / MGG” kurmuşlar. Her milletten asker, güvenliği sağlamak için gemilerle İstanbul’a gelmiş. MGG içinde Türkler de var. Fakat sanki bir şeyler ters gidiyor. Mimar Sinan’ın eserleri koruma altına alınıyor saçmalığıyla sökülüp hiç alâkası olmayan yerlere naklediliyor. Osmanlı dönemi tüm mimari şaheserler pervasızca tahrip ediliyor. Arkeologlar eylem, İstanbullular direniş başlatıyor. İşgal ve kurtuluş arasında kimin dost kimin düşman olduğunu anlamak ise çok zor…
“işgal istanbul’unda mı yaşadınız, ne derdiniz var”
Ananesiyle, babaannesiyle yaşamış çocuklar bilir. Yaşlılar hikâye anlatmayı çok sever ve büyüttükleri torunlar da en iyi –ve en mecbur– dinleyicilerdir. “Saraylı teyzenin dediği gibi, işgal İstanbul’unda mı yaşıyoruz, ne derdiniz var” derdi ananem. Yani “aşılmayacak bir sıkıntımız yok, neyi dert ediyorsunuz” demek istiyordu.
Olay şu: Ananemin bir komşusu İstanbul’da sarayda çalışıyormuş kocasıyla. Cumhuriyet’in ilanından sonra sürülmüşler ve Ankara’ya gelmişler. Ama saraylı teyze, beklenin aksine Cumhuriyet’ten şikâyet etmez; işgal yıllarında ne kadar onurlarının kırıldığını anlatırmış sürekli. Bugün Galata Kulesi’nden aşağı Bankalar Caddesi’ne doğru inerken yokuşun solunda restoran olarak kullanılan İngiliz Karakolu’nu anlatırmış bol bol. İşgale karşı direnenlere yapılanları… Kitap bu çocukluk anımı söküp getirdi hafızamdan. Sanırım o döneme ilişkin daha çok eser vermeliydik.
Zira 13 Kasım 1918’de işgal edilen İstanbul, resmî olarak işgalden 6 Ekim 1923’te kurtuldu. Beş koca yıl…
Aklınızda resim şöyle şekillensin: Mondros Ateşkes Anlaşması ilan ediliyor. Mayınları temizleme bahanesiyle Çanakkale’den geçen 61 İtilaf Devleti savaş gemisi gelip İstanbul’a demirliyor. Gemiler 73’e çıkıyor, İtilaf Devleti askerleri karaya çıkıyor. İkinci ve büyük işgal 16 Mart 1920’de idareye el konulmasıyla derinleşiyor.
Arif Ergin’in kitabında Mimar Sinan resminin yanında Roma rakamlarıyla MCMXVIII (1918) yazılmış olması da elbette tesadüf değil!
6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu tören eşliğinde İstanbul’a girince işgal resmî olarak son buluyor. Bu satırları yazarken, bir taraftan da 107 yıl önce aynı mahallede otursam ne büyük acı çekeceğimi düşünüyorum.
dünya kupası, abd’nin 250’nci yaşı…
Dönelim Arif Ergin’in gelecekte yardım bahanesiyle işgal edilmiş İstanbul’una… Ebcet hesabına, kriptolara, şifrelere ve bulmaca çözmeye meraklıysanız Ergin sizi inanılmaz bir hikâyeye sürüklüyor.
Tam da bu duygularla, hazır Aralık ayındayken size bir dergi hatırlatmak istiyorum. Biliyorsunuz Aralık demek The Economist’in “The World Ahead…” kapağı demek. Komplo teorileri sevenlerin özlemle beklediği kapak. Doğrusu, meslektaşlarımı bu kapağı hazırlarken hayal ediyorum; “onlara yüklediğimiz bu anlamı biliyorlar mı acaba” demeden geçemiyorum.
Kapakta dünya ve sorunları kocaman bir top ve kırmızı formalı bir futbolcu o dünya ile şut çekiyor. Bu anlatım, 2026 yılında ABD–Meksika–Kanada’da yapılacak Dünya Kupası’na işaret ediyor. Üç kavgalı ülke…
Kapakta neler yok ki: Trump, ABD’nin 250. yaşı kutlamaları, Çin, Ortadoğu, savaşlar, tanklar, sağ–sol, şırıngalar, ilaçlar, robotlar, uydular, yapay zekâ… Buradan yayının editörüne Tom Standage’e de bir selam yollayalım.
2025’i arkamızda bırakıyoruz. Herkese şahane bir 2026 diliyorum…
