Son dönemde, ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin borçluluk oranları yeniden oldukça tartışma konusu olmaya başladı. Özellikle, bu ülkelerin devam eden bütçe açıklarına ve toplam borç yüküne bakarak bazı olumsuz senaryolar öne sürülmekte. Toplam borç yükü 2008 krizinde ve 2020 pandemisinde mecburiyetten uygulanan genişlemeci para ve maliye politikalarıyla arttı. Bazı analistler bu borç yükünün çok arttığına dikkat çekerek artık bunların zapt-u rapt altına alınmasının gerekliliğine vurgu yapıyorlar. Toplam kamu borçluluk oranı risk teşkil ettiği iddia edilen ülkelerin yaklaşık borçluluk oranları ve bu seneki bütçe açığı tahminleri şöyle: ABD %123 ve %-6.5, Japonya %235 ve %-2.9, Fransa %111 ve %-5.5, İtalya %135 ve %-3.3, İngiltere %101 ve %-4.4. Öte yandan, zaten büyüme konusunda sıkıntı çeken bu ülkelerin kamu açıklarını hangi takvimde küçültebilecekleri oldukça tartışmalı.
Bu noktada bazı yorumcular hükümetlerin (ve özellikle işbaşında olan popülist hükümetlerin) yüksek borçların reel değerini düşürmek için enflasyona ve finansal baskılamaya (reel faizleri ekside tutmak) başvurmalarının olasılığının arttığını düşünüyorlar. Şahsen bu endişelerin büyük ölçüde yersiz olduğunu düşünüyorum. Örneğin Japonya’ya bakarsak borçluluk oranı %235 ile diğerlerinin neredeyse 2 katı, ve bu yeni bir durum da değil. Japon tahvillerinin %50’ye yakını Japon Merkez Bankası’nın elinde. Peki, para basma anlamına da gelen bu durum sonucunda Japonya’da enflasyon ciddi bir oranda arttı mı? Tabii ki, hayır. Özellikle büyüme oranlarının düşük kaldığı durumlarda, bütçe açıklarının (çok anormal düzeylere çıkmadığı sürece) enflasyon yaratacağı savını doğru bulmuyorum.
Türkiye için konuşursak, Eylül sonu itibarıyle kamu borç stoğu 13 trilyon TL. 9. ay itibarıyle 12 aylık milli hasılamız ise yaklaşık 57 trilyon TL civarında gerçekleşecek. Toplam kamu borcunun milli gelire oranı ise %22.8. Bu esasen çok düşük bir oran. Tabii, buna devletin çeşitli kamu kuruluşlarının aldığı krediler için verdiği garantiler (bir çeşit bilanço-dışı yükümlülükler diyelim) dahil değil. Ancak, bunları dahil etsek bile, yekunu çok da büyük bir meblağ oluşturmayacaktır.
Türkiye’nin borçluluk oranı düşük olmasına rağmen, risk oluşturan durum döviz ve altın gibi Hazine’nin sahip olmadığı kaynaklar üzerinden yapılan borçlanmalarıdır. Halbuki yukarıda bahsi geçen gelişmiş ülkelerin hiç birinde kendi paraları dışında borçlanmaları ya hiç yoktur, ya da toplam meblağa göre çok azdır. Altın borçlanması ise hiç yoktur. Türkiye’de ise 20 Ekim itibarıyle toplam kamu borçlanmasının %53 kadarı döviz ve altın cinsindendir. Bu %53’ün %41’i doğrudan yurtdışına yapılan ihraçlar, %12’si ise yurtiçinde yapılan ihraçlardır.
Son 1.5 yıldır Hazine altın borçlanmasına da ağırlık vermiştir. Bu borçlanma karşılığında ne kadar altın saklanmakta, ne kadarı türev enstrumanlarla hedge yapılmış, ne kadarı ise açık pozisyon bilmiyorum doğrusu. Ancak tamamı açık pozisyon ise yükselen altın fiyatları karşısında Hazine’nin ciddi bir zarar yazması söz konusu olacaktır. Hesaplamalarıma göre Hazine yaklaşık 150 bin kilo altın borçlanmış durumda. Bugünkü fiyatlardan bu tahvillerin geri ödemesi 20 milyar dolar civarında bir rakam tutmakta ve bunların tamamının vadesi 2026’da gelmekte. Tabii ki Hazine bunların itfası geldiğinde yenilemeyi (roll-over) tercih edebilir. Ancak, dikkat edilmesi gereken önemli bir finansman yükü olduğu da muhakkak.
Sonuç olarak, her ne kadar Türkiye hazinesinin borçlanmasının yarıdan fazlası döviz ve altın cinsinden ise de, gerek toplam rakamın çok yüksek olmaması, gerek cari açığın şimdilik dengeli gidiyor olması, gerekse de MB döviz rezervlerinin 196 milyar dolar civarına yükselmiş olması (tabi, altın fiyatlarının geri gitmesi bu rezerv miktarını da otomatik olarak düşürecektir), borçluluk konusundaki riskleri bir ölçüde sınırlamış durumdadır.