EVRİM RIZVANOĞLU - DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili
Bu yazıda yalnızca bir kavramı değil; bir sistemi, bir zihniyeti ve hatta bir çöküş biçimini ele almaya çalışacağım. Yoksullukla, eşitsizlikle, hayal kırıklıklarıyla örülü bir düzenin giderek normalleştirildiği bir çağda yaşıyoruz. Ve bu düzenin adı artık yalnızca “ekonomik model” değil. Bu düzenin adı: Açlık Oyunu Ekonomisi.
Bu kavramı ilk kez Amerikalı profesör Scott Galloway ortaya attı. Derinleşen eşitsizlikleri ve bunun artık yapısal hale gelmesini tarif etmek için. Ve şöyle dedi: “Artık sistem, yetenekli insanları değil, zengin çocuklarını daha da zengin yapmak için çalışıyor.” Bu yalnızca bir ekonomik tercih değil; aynı zamanda toplumsal dokunun, fırsat adaletinin ve sınıf geçişkenliğinin çöküşüdür. Başlangıçta sadece Amerika’ya özgü bir kriz gibi görünse de bugün Türkiye’de bu tanımın izlerini açıkça görmek mümkün.
Çünkü artık bu düzen bir yarış değil. Ya da daha doğru bir ifadeyle: Artık bir yarış olma vasfını kaybetmiş durumda. Başlangıç çizgisinde herkesin aynı hizada durduğu, emeğin karşılık bulduğu, çalışmanın ödüllendirildiği bir düzenden söz edemiyoruz. Kimin kazanacağının doğuştan belli olduğu, kimin kaybedeceğinin sisteme kodlandığı bir oyun oynanıyor. Ve bu oyun, milyonlarca insanı daha baştan diskalifiye ediyor.
Amerika’da en zengin yüzde 10’luk kesim, ülke gelirinin üçte ikisini kontrol ediyor. Hisse senetlerinin yüzde 87’si, gayrimenkullerin yüzde 44’ü onların elinde. Tüketimin de neredeyse yarısı bu gruba ait. Geri kalan yüzde 90 ise sistemin çevresinde, yavaş bir ekonomik ölüme doğru sürükleniyor. Galloway’in kelimeleriyle bu bir “slow death” süreci. Her gün biraz daha yoksullaşmak, her sabah daha az umutla uyanmak, gelecek dediğimiz şeyin yalnızca ekranlarda gösterilen bir fanteziye dönüşmesi.
Bu tablo bize hiç de yabancı değil. Türkiye’de yaşananlar bundan farklı değil. Hatta çoğu zaman daha sert, daha hızlı, daha yıkıcı. Türkiye'de en zengin yüzde 20’lik kesim, toplam gelirin yüzde 48’ini alıyor. En yoksul yüzde 20 ise yalnızca yüzde 6’lık bir payla hayatta kalmaya çalışıyor. Pastanın neredeyse yarısı, nüfusun beşte biri arasında bölüştürülüyor.
Bu sadece bir gelir dağılımı problemi değil. Aynı zamanda bir ülkenin kimleri gözettiği, kimleri gözden çıkardığıyla ilgili bilinçli bir tercihtir.
Üstelik mesele yalnızca gelir de değil. Eşitsizlik hayatın tüm alanlarını kuşatmış durumda. Bir çocuğun hangi mahallede doğduğu, nasıl beslendiği, ne kadar erken kitapla tanıştığı, ne tür bir okula gidebildiği ve ileride hangi mesleğe sahip olacağı, daha ilk günden belirlenmiş oluyor. Ve tüm bunlar bize kader gibi sunuluyor. Oysa bu kader değil. Bu, politik tercihlerin sonucu.
Amerika’daki araştırmalar, yoksul bir çocuğun zengin olma ihtimalinin sadece yüzde 7 olduğunu gösteriyor. Yani doğduğun yerde kalma ihtimalin yüzde 93. Bu, “çalışırsan yaparsın” söyleminin nasıl içinin boşaltıldığını açıkça ortaya koyuyor. Çünkü artık sistemin merkezinde emek değil, ayrıcalık var. Nerede doğduğun, kim olduğun, kimi tanıdığın her şeyin önüne geçiyor.
Peki, Türkiye’de durum farklı mı? Ne yazık ki değil. Dünya Bankası’nın 2023 tarihli Sosyal Hareketlilik Endeksi’ne göre Türkiye, 82 ülke arasında 66. sırada yer alıyor. Bu veri, Türkiye’de yoksul bir ailenin çocuğunun eğitim, emek ve çabayla daha iyi bir yaşam kurma ihtimalinin oldukça düşük olduğunu gösteriyor.
Sosyoekonomik arka plan, özellikle kırsal bölgelerde çocukların hayatını daha ilk andan şekillendiriyor. Eğitim yoluyla sınıf atlamak, çoğu zaman teorik bir ihtimal olarak kalıyor. Çünkü fırsat eşitliği dediğimiz şey, sadece anayasal bir hak olmaktan çıkmış, pratikte ciddi bir ayrıcalığa dönüşmüş durumda.
Bugün Türkiye’de bir çocuğun hangi semtte doğduğu, hangi okula gidebildiği, ne tür bir öğretmene denk geldiği ya da hangi olanaklara erişebildiği onun geleceğini belirliyor. Eğitim sistemi, tüm çocuklar için eşit imkânlar sunmuyor. Okullar arasındaki farklılıklar derinleşmiş; eğitime erişim, öğretmen niteliği, kaynak kalitesi ve sosyal destek olanakları arasında büyük uçurumlar oluşmuş durumda. Bazı çocuklar daha hayatın başında güçlü bir altyapıyla ilerlerken, bazıları daha ilk adımda geride kalıyor ve bu farkı bir ömür boyunca kapatamıyor.
Böyle bir düzende başarı, artık çoğu zaman yetenekle değil; soyadıyla, adresle ve sosyal çevreyle tanımlanıyor. Ne yazık ki sistem bu adaletsizliği bir sorun olarak değil, olağan bir gerçeklik olarak sunuyor. Torpil, kayırmacılık ve ilişkiler üzerinden ilerlemek ise artık ayıplanan değil, teşvik edilen bir çözüm yolu olarak gösteriliyor. En büyük bedeli ise bu düzende önünü göremeyen, emeğinin karşılığını alamayan ve umutları törpülenen gençler ödüyor.
TÜİK verilerine göre 15-24 yaş arası genç işsizlik oranı yüzde 15. Üniversite mezunu işsizliği ise yüzde 25’e ulaşmış durumda. Gençler okuyor, emek veriyor, hayal kuruyor ama mezun olduklarında karşılarında ne bir iş var ne de bir gelecek. Sadece belirsizlik, güvencesizlik ve değersizlik.
Oysa bu ülkede özellikle dar gelirli ailelerin çocukları için eğitim, sınıf atlamanın en barışçıl yoluydu. “Oku, kurtul,” denirdi. Şimdi ise üniversiteyi bitiriyorsun, diplomanı alıyorsun ama hiçbir kapı açılmıyor. Tanıdığın yoksa, torpilin yoksa, emeğin görünmez oluyor. Varsayalım iş buldun. Yeni mezun bir gencin ortalama maaşı 22 ila 25 bin lira. İstanbul’da ortalama bir evin kirası ise yine 25 bin lira civarında. Yani maaşın sadece bir çatı kiralamaya yetiyor, altına bir hayat kuramıyorsun. Kirasını ödeyen genç geçinemiyor, geçinmeye çalışan evsiz kalıyor. Bu ülkede artık genç olmak; ne ev, ne araba, ne birikim, ne de gelecek demek. Genç olmak sadece geçinmeye çalışmak, mücadele etmek, yorgunluk ve yoksunluk demek. Çünkü bu düzende ödüllendirilen şey emek değil. Ne üretmek, ne yaratmak ne de katkı sunmak değerli. Ödüllendirilen şey, torpil. Kayırma. Güç merkezlerine yakınlık. Referansla girilen kadrolar, liyakatsizce oturulan makamlar bu düzenin artık temel normu haline geldi. Ve sistem, gençlere açıkça şunu söylüyor: “Sen ne yaparsan yap, senin yerin belli.”
İşte bu yüzden bu düzen artık bir ekonomi değil, bir açlık oyunudur. Hayatta kalma mücadelesinin ortasında hayal kurmak neredeyse yasak. Gençlerin umutları küçültülüyor, hayalleri bastırılıyor, hedefleri aşağı çekiliyor. Kimisi bu oyundan kaçmak istiyor, kimisi oyuna dahil olabilmek için kendi değerlerinden vazgeçiyor.
Ama bu böyle gitmek zorunda değil. Bu düzen değişebilir. Gerçekten değişebilir. Nasıl mı? Bu ülkenin kuruluş iddiasını, yani herkes için eşit fırsatlar yaratma idealini yeniden ayağa kaldırarak. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yalnızca bir toprak parçasına değil, bir hayale kuruldu: Her çocuğun hayal kurabileceği, her yurttaşın emeğiyle yükselebileceği bir ülke hayali. Köyde doğan bir çocuğun da şehirde doğan kadar şansa sahip olması gerektiği fikriyle.
Bugün bu ideal, kayırmacılıkla, mülakat adaletsizliğiyle, partizanlıkla eziliyor. Ama yeniden kurulabilir. Çünkü adalet bir kez tesis edildiyse, yeniden mümkündür. Devlet yalnızca yöneten değil; dengeleyen, eşitleyen, koruyan bir yapıdır. Güçlüyü daha güçlü kılmak değil, zayıfı gözetmek kamunun esas görevidir. Eğer bu ülke, Cumhuriyet’in bu temel ilkesini yeniden sahiplenirse, işte o zaman Açlık Oyunu Ekonomisi sona erer. O zaman kazananlar birilerini tanıyanlar değil, bir şeyleri başaranlar olur. Göze girmek değil, hak etmek esas olur.
Ve işte o gün geldiğinde, bu ülkenin gençleri hayata kenardan bakan değil; emeğiyle yolunu çizen, geleceğini kendi elleriyle kuran bir kuşak olur. O gün geldiğinde, bir ülkenin en büyük servetinin yalnızca madenler değil; düşünebilen, eşitliğe inanan, hakkını bilen gençler olduğu yeniden hatırlanır. O gün, yalnızca iktisadi bir dönüşüm değil; toplumsal bir onarımın da başlangıcı olur.