İktisatçıların para politikasında bayılarak kullandığı kavramlardan biri de “imkânsız üçleme”. Bu kavramın varsayımlarını Türkiye’de irrasyonel şekilde test ederek boyumuzun ölçüsünü aldığımız için bugün size daha az bilinen, ama aynı ölçüde önemli başka bir imkânsız üçlemeyi anlatacağım: Dani Rodrik Hoca’nın önerdiği uluslararası politik iktisatın üçlemesi.
Dani Hoca’nın 2000 senesinde “Feasible Globalizations” (uygulanabilir küreselleşmeler) makalesinde önerdiği imkânsız üçlemesindeki unsurlar şunlar: (1) hiper-küreselleşme, yani mal, sermaye, işgücü ve verinin neredeyse sınırsız dolaşımı, (2) ulus devlet, yani devletlerin kendi ekonomik politikalarını belirleme hakları, (3) demokrasi, yani vatandaşların kendilerini etkileyen politikalar üzerinde söz sahibi olması. Dani Hoca, bu üç unsurun aynı anda hayatta kalamayacağını, bu nedenle sistem kurarken bu üçünden ikisini seçmek zorunda olduğumuzu söylüyor. Yani hem küresel ekonomiye tamamen entegre olayım, hem ulus devlet olarak ayakta kalayım, hem de demokratik olayım diyemezsiniz. Avrupa Birliği’nin son yıllardaki dönüşümü bu imkânsız üçlemenin canlı laboratuvarı niteliğinde. Gelin şimdi be meseleye Avrupa özelinde biraz daha yakından bakalım.
Aslında ikili kombinasyonlardan oluşan üç temel senaryo var: Birincisi, küresel iyi yönetişim. “Avrupa Birliği ideali” bu senaryonun bir iyi provasıydı. Bu yönüyle federal Avrupa projesi, ulus devlet iradesinin demokratik biçimde işleyen ulusüstü bir güce devredilerek küresel sisteme eklemlenme çabası. İkinci senaryo ise “altın deli gömleği”. Bu senaryoda küresel sisteme dâhil olurken ulus devleti koruyorsunuz. Fakat bu sefer de sadece uluslararası sermayenin istediği politikaları takip ediyorsunuz. “Piyasalar bunu istiyor” deyince iş bitiyor, para geliyor. En iyi örneği, 2010’lardaki Yunanistan. Güya sosyalistlerin iktidarda olduğu bir meclisleri vardı ama sadece IMF ve Brüksel’in söylediklerini yapabiliyorlardı. Üçüncü senaryo ise aslında 1945’ten 1980’lere kadar işleyen, her ulus devletin kendi politika alanının olduğu ve küreselleşmenin sınırlı kaldığı Bretton Woods Sistemi. Fakat bu yıllarda AB’nin 28 değil önce 6 sonra 9 üyesi vardı.
Dani Hoca “Feasible Globalizations” makalesini yazdığında henüz avro krizi yaşanmamıştı. Aslında birinci ve ikinci senaryo arasındaki gerilimi 2010’larda Avrupa Birliği’nde canlı olarak izledik. Brüksel, kural temelli yaklaşımını tüm üye ülkelere dayattı. Brüksel’deki bürokrasi gittikçe güçlendi. Bir süre sonra sadece Avrupa Birliği üyelerine değil, Kişisel Verilerin Korunması Düzenlemesi (GDPR) ya da Dijital Piyasalar Yasası gibi kanunlarla “doğru bildiğimiz kuralları dünyadaki tüm ülkelerde standart haline getirebiliriz” havasına girdiler. Sonra bu sistem patladı. Önce İngiltere AB’den halk iradesiyle çıktı, sonra Doğu Avrupa ülkelerinde Brüksel karşıtı iktidarlar yükselişe geçti.
AB’ye sonradan katılan Polonya, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler 2010’larda Türkiye ile aynı ekonomik ligdeydi. Bugün neredeyse iki katımız kadar zenginler. Bu zenginleşmeyi tamamen Avrupa Birliği üyesi oldukları için aldıkları yatırımlara borçlular. Ancak, bu ülkelerde neredeyse son 15 yıldır popülizm yükselişte. Brüksel’den bazıları “Yahu siz ne nankör adamlarsınız da AB karşıtı popülist liderleri iktidara getiriyorsunuz?” diye sorabilir. Ancak demokrasi böyle bir şey değil. Her halk, kendi iradesinin yönetime yansımasını istiyor. Batı Avrupa ülkelerinde eskiden gelen aristokratik, seçkinci gelenek hâlâ siyasette etkin. Mesela, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in ailesi 500 yıl önce de Hanover’i yönetiyormuş. Oysa Polonya, Macaristan, Slovakya gibi ülkelerde komünizm idaresinde köy derneklerine kadar tüm sosyal yapılar kalktığı için popülizmin önü sonuna kadar açık. Kaldı ki İtalya, Fransa ve son olarak Almanya’da da (AfD ülkenin daha çok doğusunda popüler olsa da) aşırı sağ popülist partilerin yükseldiğini görüyoruz.
Brüksel, Macaristan ve Polonya’da demokratik yolla seçilmiş iktidarlar Brüksel’in anlayışına göre hukukun üstünlüğü ile ilgili gerekli adımları atmayınca bu ülkelere aktarılan AB fonlarını dondurdu. 2024’te Avusturya’da aşırı sağcılar birinci parti olunca da seçimi kaybeden birbirinden farklı üç partiyi koalisyona zorlayıp yola getirdi. Yine 2024 yılında Romanya’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda kazanmasına kesin gözüyle bakılan cumhurbaşkanı adayı Calin Georgescu “Rusya’dan para alıp Tiktok kampanyası yaptı” iddiasıyla seçimler mahkeme kararıyla yapılmadan iptal edildi. Fakat akacak kan damarda durmaz! Geçen hafta yinelenen seçimleri yine benzer çizgide bir aday kazandı.
Avrupa Birliği, hızla Brüksel’in etkili olduğu bir dengeden üye ülkelerin güç kazanacağı bir duruma doğru kayıyor. Bu süreci hızlandıran esas gelişme ise Trump’ın Avrupa’ya “Kendinizi savunun!” mesajıydı. AB, 75 yıldır ABD’nin sağladığı güvenlik garantisiyle yaşadı. Şimdi Brüksel hızla savunma teknolojilerine harcama yaparak kendini kurtarabileceğini sanıyor. Yıllardır AB’nin mihenk taşı olan bütün mali kurallar savunma harcamaları için kaldırıldı. Geçen gün Almanya meclisinde yapılan güven oylamasında ilk kez bir şansölye güven oylamasını geçemedi. Sebep, savunma harcamalarıyla sosyal harcamalar arasındaki denge üzerinde mutabakat sağlanamaması.
Parayla alınabilecek silah teknolojileri önemli. Ancak Joseph Stalin’in veciz biçimde ifade ettiği gibi, “Silahlar savaşmaz, insanlar savaşır!” AB ülkelerinin üçte ikisinde zorunlu askerlik yok. Geçen sene Gallup’un yaptığı ankette, askerlik çağındaki erkeklerden “ülkemiz saldırıya uğrarsa orduya katılırız” diye cevap verenlerin oranı İspanya’da %29, Almanya’da %23, İtalya’da %14. Acaba “Brüksel’e saldırı olursa orduya katılır mısınız?”, diye sorulsa oranlar ne olurdu? Önümüzdeki yıllarda, Avrupa’da kendi ekonomisini güçlendirmeye çalışan ve savunma kapasitesini artıran hükümetlerin, giderek daha fazla kendi kurallarını koyduğunu göreceğiz. Avrupa, kendi üçlemesinin imkânsızlığını zor yoldan öğreniyor gibi; umarım bu kez Avrupalılar boylarının ölçüsünü aldıklarında faturayı hepimiz birlikte ödemeyiz.