“Nadir toprak elementlerinden bakıra, nikelden kobalt ve lityuma uzanan geniş bir yelpazede, henüz tam anlamıyla değerlendirilmemiş bir fırsat alanına sahibiz. Ancak bizim için kaynağın kendisinden daha değerli olan, onu çıkarma biçimimiz. Sadece bugün için değil, gelecek kuşaklar için de doğru ve güvenli üretim metotlarını uygulamaya mecburuz.”
“Toprağın altında madencilik, üstünde tarım aynı zaman diliminde yapılabilir” (1) başlıklı yazıyı şöyle bitirmiştik:
“Son olarak; dünyada enerji ve teknoloji dönüşümü hızlanırken, madenler artık sadece sanayi için bir girdi değil; jeopolitik denklemde, ekonomik bağımsızlıkta ve teknolojik egemenlikte belirleyici bir güç unsuru haline geliyor. Türkiye, sahip olduğu 3,5 trilyon dolarlık yer altı servet potansiyeliyle bu dönüşümde önemli bir avantaja sahip. Ancak bu avantajın gerçek bir güce dönüşmesi, madenlerin “ne kadar” olduğundan çok, “nasıl” çıkarıldığına ve ekonomiye “nasıl” kazandırıldığına bağlı…"
Tam da bu noktadan devam etmek istiyorum. Bu yazıda madenlerin ülke ekonomisine katkı potansiyelinden bahsedeceğim.
Tabii konu maden ve ekonomik katkı olunca insanın aklına önce altın ardından da son günlerin popüler başlığı “nadir toprak elementleri” geliyor.
Bu çerçevede, Eskişehir-Beylikova sahasındaki nadir toprak elementlerine dair veriler, Türkiye’nin bu alandaki küresel önemini gündeme taşımıştı.
Türkiye Madenciler Derneği Başkanı ve Tüprag CEO’su Mehmet Yılmaz, bu örneğin tek başına değil, Türkiye genelindeki potansiyelin habercisi olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekiyor ve Türkiye’nin kritik mineraller alanındaki bu “bakir ve potansiyelli” profilinin, ancak doğru yatırım ve sorumlu madencilik ilkeleriyle desteklenmesi halinde ülkeyi teknoloji ve enerji dönüşümünde stratejik bir merkeze dönüştürebileceğinin altını çiziyor.
Türkiye jeolojisi büyük bir potansiyel barındırıyor
Mehmet Yılmaz, Türkiye’nin yer altı potansiyelinin yalnızca altınla sınırlı olmadığını, kritik minerallerin geleceği şekillendireceğini vurgulayarak şunları söylüyor: “Türkiye, 3,5 trilyon dolarlık yer altı servet potansiyeliyle büyük bir güce sahip. Bu potansiyelin en çarpıcı kısmı ise teknolojik ve ekonomik bağımsızlığımız için hayati öneme sahip olan kritik minerallerdeki küresel ölçekteki potansiyelimiz. Nadir toprak elementlerinden bakıra, nikelden kobalt ve lityuma uzanan geniş bir yelpazede, henüz tam anlamıyla değerlendirilmemiş bir fırsat alanına sahibiz. Ancak bizim için kaynağın kendisinden daha değerli olan, onu çıkarma biçimimiz. Sadece bugün için değil, gelecek kuşaklar için de doğru ve güvenli üretim metotlarını uygulamaya mecburuz. İnsanı ve çevreyi önceleyen, şeff af, izlenebilir ve uluslararası standartlara bağlı bir sorumlu madencilik anlayışından asla taviz vermeden ilerlemeliyiz.” Yılmaz’a göre, Türkiye’nin kritik mineraller alanındaki potansiyeli, ham madde ihraç eden bir ülke olmaktan çok, yüksek katma değerli teknolojik ürün üreten bir ülke olma vizyonuyla ele alınmalı. Kalıcı mıknatıslar, batarya sistemleri, elektrikli araç motorları, savunma sanayi uygulamaları gibi alanlarda Türkiye’nin payını büyütmek, ancak bu madenlerin sorumlu ve sürdürülebilir biçimde üretilmesi ve uç ürüne dönüşmesiyle mümkün olacak. Yılmaz açısından bu hedefe ulaşmanın yolu, cevherin çıktığı yerde işleme ve rafinasyon tesislerine yatırım yapılmasından, üniversite–sanayi iş birliklerinin güçlendirilmesinden, stratejik madenlere yönelik katma değerli yatırımların vergi ve finansman teşvikleriyle desteklenmesinden ve bu kaynakların ulusal egemenlik perspektifiyle, uzun vadeli bir sanayi politikası çerçevesinde ele alınmasından geçiyor. Yılmaz, yalnızca kritik minerallerde sağlanacak %10’luk bir katma değer artışının dahi Türkiye ekonomisine yıllık 5–7 milyar dolar düzeyinde ek katkı sağlayabileceğini vurguluyor.
Yabancı sermayenin en yerli hali
Peki ama bu ekonomiye katkı meselesini somut olarak nasıl görebilir, ölçebiliriz?
Doğal olarak Yılmaz yöneticiliğini yaptığı Tüprag’dan örnek veriyor:
Bugüne kadar Türkiye’de 2 milyar ABD dolarının üzerinde yatırım gerçekleştiren şirket, Türkiye’deki ilk yatırımları olan Kışladağ Altın Madeni’nin faaliyete geçtiği 2006 yılından bu yana devlet hakkı, orman bedeli, kurumlar vergisi ve diğer kamu ödemeleri dahil olmak üzere toplam 1,7 milyar ABD dolarlık doğrudan kamu katkısı sağlamış durumda.
Yılmaz, Tüprag’ın toplam satış hasılatının yaklaşık %30’unun, doğrudan vergi ve kamu ödemeleri olarak Türkiye ekonomisine geri döndüğünü, %27’sinin ise yeniden Türkiye’de yatırım olarak değerlendirildiğini belirtirken son yıllarda madencilik sektörü odağında kamuoyunda yer bulan “yerli–yabancı sermaye” tartışmalarına da şu sözlerle yanıt veriyor:
“Tüprag, 40 yıla yaklaşan geçmişiyle Türkiye madencilik sektörünün asli bir parçasıdır. Biz bu ülkenin kaynaklarını bu ülkenin geleceği için üretmeye devam ediyoruz. Kimi zaman ‘yerli’ olmanın sadece sermaye yapısıyla ölçüldüğü tartışmalar görüyoruz. Oysa biz, kazandığını bu ülkeye geri kazandıran, yatırımlarını uzun yıllardır Türkiye’de yapan bir şirketiz. İşgücünün tamamı Türk mühendis ve çalışanlardan oluşan Tüprag için yerli olmanın tanımı; bu topraklara değer katmak, burada üretmek, kazandığını yine bu ülkeye yatırmak ve tüm bunları sorumlu, ilkeli ve şeff af biçimde yürütmektir.”
Türkiye’deki en fazla vergi ödeyen ve yatırım yapan özel maden şirketi konumunu koruyan Tüprag, 12 yıl boyunca Türkiye’nin en yüksek kurumlar vergisi ödeyen ilk 50 şirketi arasında yer almış, geçtiğimiz yılı ise 78’inci sırada tamamlamıştı.
Açık madenlerin tahribatı
Rakamlar böyle…
Ortadaki potansiyelde gayet net.
Ancak açık ocak madenciliği bütün “sorumlu, ilkeli ve şeff af biçimde üretim yapmak” hedefinin çok ötesinde bir yerde durmuyor mu?
“Buraya, nereden geldik” derseniz… İlk yazıdan sonra, görüşlerine çok değer verdiğim gazeteci arkadaşlarım, “açık madencilikle tarım fiziki olarak mümkün değil ki. Altın, nikel, bakır, linyit ve mermer madenciliği, yüzeyi kazıyarak yapılıyor. Bu durum da çevre tahribatına yol açıyor” eleştirilerini yönelttiler.
Haklılar…
Bu konuyu da bu yazı serisinin üçüncüsü olarak ele alıp, yaşananları, eksiklikleri, yapılabilecekleri kaleme alacağım.