Açık havada ortaya konan insan sadakatının krallığıdır futbol.” Bu etkileyici söz, İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’ye aittir. Eserlerinde futbolun toplumsal ve kültürel boyutlarını ele alan Eduardo Galeano da, Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabında Gramsci›nin bu tanımına yer verir. Aynı ‘futbol asla sadece futbol değildir’ gibi, bu eser de futbolu bir spor dalı olmanın ötesine, insanların sadakatlerini ve toplumsal kimliklerini ifade ettikleri bir alana oturtur. Öfke, heyecan, korku, hayal kırıklığı, gurur, utanç, kıskançlık, vefa, bu duyguların her biri, doğru yönetildiğinde güç kaynağı, yanlış yönetildiğinde ise çöküş sebebi olabiliyor. Bazen tek bir açıklama, bir sporcunun tribüne bakması, antrenörün bir hareketi, minik bir taraftarın gülümsemesi milyonların ruh halini değiştirebiliyor. İşte tam da bu yüzden, kulüplerin sadece transferleri, galibiyetleri değil sağlıklı bir duygu stratejisini de planlamaları gerekiyor.
Kurumsal bir anlayış şart
Kulüplerin, finansal yapılarını güçlendirebilmeleri için, endüstriyel sporun kurallarına uymaları ve kurumsal bir anlayışa sahip olmaları şart. Ancak spor kulüpleri sadece kar zarar eden organizasyonlar değiller. Yaşayan, hisseden, insan sadakatinin, aidiyetin ve tutkunun ete kemiğe büründüğü bu topluluklar için, hiçbir bilanço kaleminde görünmeyen hislerin doğru yönetilmesi de aynı derecede önemli… Liderliğin genelde sertlik ve otorite üzerinden kurulduğu ülkemizde, duygusal zekânın gelişimi kültürel bariyerlere çarpıyor. Özellikle erkek egemen spor kültürlerinde duygu göstermek hâlâ “zayıflık” gibi algılanıyor. Hâlbuki duygusal zekâ sadece ne hissettiğimizi bilmek değil, o duygularla ne yaptığımızı yönetebilme kabiliyetidir. Spor psikolojisi ve performans koçluğu konusu olmasının ötesinde duygu yönetimi, bir kültür, strateji, hatta hayatta kalma becerisi olarak ele alınmalı ve sadece kulüp yöneticilerinin inisiyatifine bırakılmamalıdır. Sporcu, taraftar, medya, bu duygusal ekosistemin içindeki tüm aktörler hissettikleri kadar hissettirdiklerinin de farkında olmalıdırlar. Sadece bedeniyle değil zihniyle ve kalbiyle de sahada olması gereken sporcu, tüm benliğiyle kendini renklere adayan taraftar, manşetleriyle algıyı şekillendiren medya, açıklamalarıyla tüm camiayı yönlendiren bir yönetici, bir hayalin destekçisi olduğu kadar, öfkeli tepkilerin ve onarılmaz hayal kırıklarının kaynağı da olabilirler. Bu tarafların her biri duygulara hükmederek değil, duygulara karşı etik sorumluluk taşıyarak hareket etmelidirler.
Duygu yönetilmezse kriz büyür
Sporda duygu yönetimi; birinin diğerini sakinleştirmesinden ziyade, tüm aktörlerin duygusal farkındalıkla hareket etmesi anlamına gelir. Bu sorumluluğa özen gösterilmez ve duygu yönetilemezse ‘kriz’ büyür. Sporcu için bu, bir hatanın ardından özgüven kaybı yaşamak, kontrolü kaybetmek, ya da takım içindeki yerini sorgulamak anlamına gelirken, taraftar için, beklentilerin karşılanmadığı her anda aidiyetin yerini öfkenin ve hayal kırıklığının almasıdır. Kazanmak bazen krizi bastırır ama çözmez. Bastırılmış duygular birikir, büyür ve sonunda sadece bir yenilgiyle değil, camiaları sarsan bir kopuşla patlak verir. 2006 Dünya Kupası finalinde, İtalyan oyuncu Marco Materazzi’nin sözlü provokasyonuna maruz kalan Zinadine Zidane’ın kafa atması, Eric Cantona’nın 1995’de ki Kungfu tekmesi, 1985 yılında Liverpool – Juventus maçı evvelinde 39 kişinin hayatını kaybettiği ‘Heysel Faciası’ aklıma ilk gelen duygusal patlama örnekleri… Her madalyanın arkasında bir heyecan, her ikinciliğin arkasında bir üzüntü, her geri dönüşün temelinde bir korku ve paylaşılan karışık hisler vardır. Başarıların çabuk unutulduğu bir dönemden geçiyoruz. Doğru yönetilmiş bir duygunun spor tarihinde iz bırakacağını varsayarsak, belki de geleceğin en iyi kulüpleri, sporcuları, en çok kazanan ve en hızlı koşanlar değil, duygusunu en iyi aktarabilenler olacak.