Verilen ucuz krediler şirketleri değil sahiplerini zenginleştirmiş. Zaten Türkiye’de şirketler fakir ancak sahipleri zengindir hep.
Evet finansmana ulaşımda ciddi sorunlar var. Şirketlerin krediye ulaşamaması, ciddi riskleri de beraberinde taşıyor. Evet bankaların kredi sınırlandırması finansal istikrar açısından bir risk oluşturuyor. Tüm bunlara katılıyorum.
Suçu hep para politikasının tartışmasız en büyük otoritesi Merkez Bankası’nda buluyoruz ama şöyle bir geriye dönük bakmak istedim.
İstanbul Sanayi Odası tarafından her yıl gerçekleştirilen İSO 500 araştırmasının sonuçlarına bir göz attığımızda;
İSO 500-2021 raporuna göre; İSO 500’deki şirketlerin 2021 yılında kaynak yapısında toplam borçların payının arttığını ve yüzde 70,7 ile ilk kez yüzde 70 bandının aşıldığını görüyoruz. Aynı yıl özkaynakların payı ise yüzde 29,3’e inmiş. İşte yapısal çarpıklık.
2022 yılına geldiğimizde; borçlanma eğilimi yavaşlarken diğer borçların kullanımının yoğunlaştığı ve vadelerin kısaldığı dikkatimizi çekiyor. 2022 yılında İSO 500’de yer alan şirketlerin toplam borçları yüzde 66,6 artmış iken, kısa vadeli borçlarındaki artış ise yüzde 81,8 olmuş. Uzun vadeli borçlarındaki artışın (yüzde 40,1) iki katından fazla gerçekleşmiş. Bu da çok anormal bir durum. Varlık yapısı-borç yapısı dengesi alt üst olmuş.
2022 yılında toplam borçlar/özkaynak oranı yüzde 241,5’ten yüzde 179,8’e inmiş. En yüksek seviyeden bir geri dönüş yaşanmış. Aynı yıl mali borçlar yüzde 63,8 ile toplam borçların altında bir artış gösterirken, buna karşılık diğer borçlar yüzde 69,7 artmış. Faaliyetlerin finansmanında daha çok ticari borç kullanılmıştır. Ticari borca bağlı yapı faaliyetlerin finansmanına da sirayet etmiş. Bu da bir yapısal bozulma.
2023 yılına geldiğimizde İSO 500’deki firmaların finansman giderleri yüzde 92,5 artışla 533,4 milyar TL’ye yükselirken, finansman giderlerinin faaliyet kârına oranı da yüzde 41,3’ten yüzde 56,9’a çıkmış. Gelinen bu nokta hiç normal değil.
Yukarıda sayılan yapısal çarpıklık, varlık yapısı-borç yapısı dengesinin bozulması, yapısal bozulma aşama aşama gerçekleşmiş durumda. Üstelik bu şirketler Türkiye’nin en güçlü, en önemli şirketleri. Borçlanma bir kaldıraç olmaktan, yatırımların finansmanı için kaynak yaratmaktan arınarak, şirketlerin öz sermaye kullanmadıkları, faaliyetlerini ticari borçlanmaya dayandırdıkları bir yapıya bürünmüş. Finansmana ucuz ulaşım, değerli öz kaynağın yerini almış.
Bütün bu yapısal çarpıklığın elbette birçok nedeni var. Hatta ana müsebbiplerden biri adına Türkiye ekonomi modeli denilen garabetin uygulayıcıları. Verilen ucuz krediler şirketleri değil sahiplerini zenginleştirmiş. Zaten Türkiye’de şirketler fakir ancak sahipleri zengindir hep.
Şirketlerin kârlarından yasal bir zorunluluk olarak ayırdıkları yedek akçelerin temel amacı, işletmelerin zor zamanlarında nakit ihtiyaçlarını karşılayacak bir fon olması. Ancak kaç firmada gerçekten bu fon altında gözüken paranın bankada bir karşılığı var? Bu hesap uzun dönemden beri hesapsal bir değer olmaktan öte değil.
Kamuya düşen, şirketlere her yıl elde ettikleri kârın belirli bir yüzdesini ihtiyati yedek akçe olarak ayırmayı zorunlu tutmak yanında, ayrılan bu paranın ister TL cinsinden ister yabancı para cinsinden kamunun göstereceği bir bankada bloke olarak tutulması için yasal düzenlemeyi yapmak olmalı. Bloke tutulan para da ancak belirli koşullar yerine geldiğinde çözülebilmeli. Bu sayede hem ihtiyaç duyulan tasarruf şirketler yoluyla yapılmış olur hem de şirketler yenileme, büyüme, yeni yatırım haricinde zor dönemlerde bankalardan finansman sağlamak yerine kendi öz kaynaklarına yönlendirilmiş olur. Kullanılan para öz kaynak olacağı için banka parasından çok daha verimli kullanılacaktır. Üstelik teminat zorunluluğu da olmadan kullanır bunu şirketler. Kamu bloke hesaplarda tutulan paraları nemalandırsa, finansal sektöre ciddi bir kaynak girişi de sağlamış olur.
Bu yolla hem tasarrufları artırmak hem şirketlere zor zamanda kendi öz kaynaklarını kullandırmak hem de finansal piyasaları genişletmek için bir fırsat yaratılmış olur. Yapmak zor mu? Hayır. Bir yerlerden bu yapısal çarpıklığı toparlamak lazım.
Oysa geçtiğimiz onca yıldır şirketler kesimine sadece ayakta kalsınlar diye kredi verdiğimizde, milyarlarca doların heba olduğunu gördük. Sadece düşük faizle verilen KDF kredilerinin yata, kotraya, lüks arabalara, verimsiz gayrimenkul alımlarına harcanmasından bahsetmiyorum. Bunları zaten hep beraber yaşadık ve yakından şahit olduk. Ancak bu ülke, sanayisi, iş dünyası daha iyisini yapabilsin diye zaten kıt olan kaynaklarını yıllarca sanayi şirketlerine, iş dünyasına akıttı.
Elbette bütün şirketler değil ancak birçoğu alınan kredilerle ne sanayide dönüşümü sağlayabildi ne verimliliği artırmaya yönelik çabalara girdi ne de çevreyi dikkate aldı.
Örneğin yazın gelmesi ile birlikte Marmara Denizi’nde yeniden müsilaj gerçekliği ile karşı karşıya kaldık.
Marmara Belediyeler Birliği (MBB) kuruluşunun 50'nci yılı dolayısıyla Marmara Denizi'nin karşı karşıya olduğu çevresel sorunlara dikkat çekmek ve çözüm önerilerini kamuoyu ile paylaşmak amacıyla gerçekleştirilen I. Olağan Meclis Toplantısı'nda Marmara Denizi'nin güncel kirlilik sorunlarını ve müsilaj tehlikesini aktaran Prof. Dr. Mustafa Sarı, “Resmi verilere göre ileri biyolojik arıtma oranımız yüzde 51,7. Marmara Denizi'nin çevresinde her 2 kişiden sadece birinin atıklarını atıyoruz. Bu da evsel atık. Sanayi atıklarının yüzde 70'i arıtılmıyor. En iyi ihtimalle yüzde 30'u arıtılıyor. Geri kalanı denize boca ediliyor" diye konuştu. Alın size bir örnek. Vahşi şekilde para kazanma hırsı ve ihmal edilen çevre koruyucu önlemler, buna göz yuman kamu elbirliği ile 85 milyonun ortak kullanım alanı artık denize adım atılamaz halde. Çevre koruma amacı ile kıt kaynaklardan aktarılan milyarca TL nerde? Bunun hesabını hiçbirimiz bilmiyoruz.
Ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durum gibi şirketlerin birçoğu da günü kurtarma derdinde. Böyle geldi, böyle gider dememek lazım. En azından burada yapılabilecekleri atlamamak gerekiyor.