Sınıf ve sınıf oluşumu kavramları her zaman göründüğü kadar basit olmayabilir. Çeşitli Marksizmlerin “sınıf mücadelesi daima vardır ama bazen alttan alta işler çünkü işçi sınıfı kendisinin (sınıf) bilincine (henüz) varamamıştır” yollu tezi üstü örtük olarak bir asimetri varsayar. Bu teze göre burjuvazi daima ‘kendisi için sınıf’ olarak vardır ama işçi sınıfı genellikle sadece ‘kendinde sınıf’ olarak kalır. Bunun günlük dile çevirisi burjuvazinin daima örgütlü ve bilinçli bir hâkim sınıf olduğu ve işçi sınıfının bilinçlenmesine engel olmak için tüm mekanizmaları kullanarak sıklıkla başarılı olduğu iddiasıdır. “Marksistler” (gündelik siyasi dilde komünist veya devrimci diye anlamak gerekiyor) kül yutmamaktadır ancak işçi sınıfı bal gibi aldatılabilmektedir. Açıklama şöyle devam eder: Elbette burjuvazi de her zaman stratejik düşünemez. Zaten devlet bu nedenle (de) vardır ve son tahlilde elbette hâkim sınıf olan burjuvazinin devleti olmakla beraber “göreceli özerkliğe” sahiptir. Bu fonksiyonalist açıklama “devletin zaten işlevsel olabilmesi ve burjuvazinin tarihsel çıkarlarına hizmet edebilmesi için göreceli özerklik gereklidir” şeklinde ilerler. Oysa ne devlet-burjuvazi ne de işçi sınıfı-burjuvazi ilişkileri her zaman ve her yerde bu kadar nettir.
Bazen çok açık ve birebir olan bu ilişki sürekli olarak aynı tarihsel ve siyasal netlikte seyretmez. Örneğin John R. Bowman’ın doktora tezinde ayrıntılarıyla ele alarak Amerikan kömür madenciliği sektörünün 1880-1940 dönemiyle örneklendirdiği kapitalist kolektif eylem sorunu hiç de hafife alınacak bir konu değildir. Endüstriyel organizasyon literatürüyle yakından ilişkili olan kapitalist kolektif eylem sorunu Marx tarafından da dile getirilmişti. Kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet zaman zaman kapitalist piyasanın stabilitesine zarar vermekte olup işçilerle kapitalistlerin çelişkisi söz konusu endüstriyel organizasyonun rekabet yapısı içinde cereyan etmektedir. O kadar ki Bowman’a göre ABD kömür madenciliği tarihinde “işçilerin kapitalistleri örgütledikleri” bir dönem bile yaşanmıştır. Marx’ın bazı pasajları “göreceli özerklik” yorumuna da işçi sınıfını burjuvaziyle aynı endüstriyel rekabet yapısının içine içsel olarak yerleştiren –kanımızca daha derin olan- yoruma da destek sağlayabilecek kadar esnektir. Bu son yorum kapitalistlerin çok daha örgütlü ve bilinçli bir sınıf olarak işçileri benzer bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşmaktan alıkoymaya çalışmadıkları anlamına gelmez: Durum gerçekten de genelde asimetriktir. Ancak “kapitalist kolektif rasyonalitenin” de sınırlarının olduğu, örneğin şirket karlılığının kapitalist sınıfın bütününün çıkarlarını gözetme niyetinin önünde bir kısıt oluşturduğunu görmek gerekir. Kapitalist bir üst örgütün üyeleri dahi sonuçta tekil kapitalistlerdir ve sınıflarının kolektif çıkarını kollarken bile önce kendi şirketlerinin çıkarını düşünürler. Bu nedenle kapitalist kolektif rasyonalite sıklıkla başka sektörlerin müdahalesine veya devletin hakemliğine – “göreceli özerklik” veya değil- gereksinim duyar. Bazen bu gereksinim uluslararası üst örgütlerin düzenleyici rolüne başvurmaya kadar gidebilir.
University of Massachusetts-Amherst ekolünün 1970’lerde ve özellikle 1980’lerdeki çalışmaları –ki son 30 yılda dönüşerek Santa Fe ekolünde devam etmiştir denebilir- bu tür “karşılıklı bağımlılık” durumlarının analizini içermektedir. Öte yandan asimetrinin varlığını kabul etmek işçi sınıfının kolektif eylem sorununu hafife almayı gerektirmez. Bu yaygın olguyu ve kilit sorunu –işçilerin kendilerini bir sınıf olarak kurmakta yaşadıkları büyük güçlüğü- Hegel’den mülhem “kendinde/kendisi için” sınıf ayrımına sıkıştırarak “sınıf bilinci eksikliğine” veya “sosyalistlerin sınıfı örgütleme becerilerinin düşüklüğüne” bağlamak nahif bir yaklaşımdan öteye geçmez. Bowman’ın kömür madenciliği örneği “işçi sınıfı kurgusuyla” “burjuvazi kavrayışı” –asimetrik ve çok daha az kurgusal bir kurgu- arasında sanılandan fazla ortaklık ve dolayım olabildiğini gösteren bir analitik anlatı yaratmayı amaçlamış ve kısmen başarmıştır. Kısmen çünkü aynı rekabet yapısının içsel aktörleri olarak burjuvazi ve işçi sınıfının “birbirlerini karşılıklı şartlama ve hatta örgütleme” örneklerinin tarihsel ve mekânsal olarak sınırlı olduğunu da göstermektedir.
Bütün biçimsel olmayan –ve olan- “ağlar” –tarikat, cemaat, dernek- bu açıdan da işlevselliğe sahiptir. Genel bakarsak her tür sosyal elit böyle oluşur ve beşerî sermaye dahi bu şekilde sosyal sermaye ağlarının içinde gelişir. Aynı şey işçi sınıfı için de geçerlidir. Yol (tarik) olmadan dinin soyut bir teoloji corpus’una indirgeneceği açıktır. Aynı şekilde “yol olmadan, sol olmaz”. Elitizm ve sekterlik gibi konulara buradan da bakmak şart. Öte yandan, “yol olmadan sol olmaz” demek şu anlamları içerir: (a) Sol bir dayanışma ağı, bir ethos ve bir habitus olmak durumundadır. (b) İşçiler ve diğer çalışanlar, yani büyük çoğunluk, zaten çeşitli “yolların” içinde sosyalleşmektedir. Ancak bu yollar uzun bir süredir sola çıkmamakta. Öyle olunca burjuvazinin kolektif aksiyonuna da zaten pek de gerek kalmıyor.
Demek ki ‘(büyük) burjuvazi yoktur’ demek 'kolektif özne olarak hareket eden, siyasal kültür geleneği aşikâr olan, devletten otonom, hatta devleti “executive committee” olarak kullandığı zaman zaman iddia edilmiş, teknoloji geliştiren ve öz sermaye biriktiren, kendi arasındaki rekabeti kolektif aksiyon problemini genellikle çabuk çözerek atlatan bir sınıf' yoktur demektir. Farklı sosyal sermayeler, dayanışma ağları, bambaşka “ilk birikim” türleriyle zenginleşmiş olan her açıdan heterojen bir kitlenin yukarıdaki anlamda sınıf olmasına zaten ne gerek vardır ne de bu mümkündür.