Dünyanın farklı bölgelerinde yükselen tansiyon, silahlanma yarışını yeniden küresel merkeze çekiyor. Bu yarış, kritik minerallerde yatırımların yönünü değiştiriyor, yeni tedarik ittifakları kuruyor, kaynak milliyetçiliğini güçlendiriyor, çevresel ve sosyal riskleri artırıyor.
Küresel ölçekte tırmanan jeopolitik gerilimler, yalnızca cephe hatlarını değil, iklim mücadelesinin en kritik kaynaklarını da tehdit ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Guardian’da ABD’nin savunma politikalarını mercek altına alan bir rapor yayınlandı. Transition Security Project tarafından yayımlanan rapor, enerji dönüşümünün temel mineral ve metallerinin hızla askeri amaçlara yönlendirildiğini ortaya koyuyor.
Bu tablo, devletlerin güvenlik anlayışının iklim krizi karşısında nasıl bir önceliklendirme yaptığına dair çarpıcı soruları gündeme getiriyor.
Pentagon’un yeni stoklama stratejisi
Rapor, ABD Savunma Bakanlığı’nın kritik minerallerde devasa bir stoklama programı yürüttüğünü belgeliyor. “Büyük ve güzel bir yasa” olarak duyurulan düzenlemenin ardından Pentagon, milyarlarca doları lityum, kobalt, grafit ve nadir toprak elementleri gibi stratejik hammaddeleri askeri teknolojilere ayırmaya başladı.
Bu mineraller; güneş panellerinden rüzgâr türbinlerine, elektrikli araçlardan bataryalara kadar iklim çözümlerinin kalbinde yer alıyor. Ancak aynı zamanda yeni nesil silah sistemlerinin, hassas güdümlü mühimmatın ve yapay zekâ destekli otonom savaş platformlarının da vazgeçilmez bileşenleri.
Raporun en çarpıcı bulgularından biri şu: Pentagon’un 7 bin 500 ton kobalt stoklama planı, 80,2 GWh batarya kapasitesine dönüştürülebilecek büyüklükte. Bu da ABD’nin mevcut depolama kapasitesinin iki katından fazla ve 100 bin elektrikli otobüs demek. Raporda yer alan mesaj net: “Her ton kobalt veya grafit; karbon ayak izimizi azaltmak için kullanılmak yerine savaş makinelerini besliyor.”
Pentagon, hem ABD’nin en büyük kurumsal sera gazı yayıcısı hem de ülke ekonomisini şekillendiren en güçlü sanayi tetikleyicisi konumunda. Yıllık 1 trilyon dolarlık bütçesi, yalnızca askeri üstünlüğü değil; küresel tedarik zincirlerini, yatırım kararlarını ve mineral piyasalarını da yönlendiriyor.
İklim güvenliği nerede konumlanıyor?
Biden döneminde başlatılan iklim- savunma entegrasyonu adımları, Trump yönetiminin geri dönüşüyle tamamen rafa kalktı. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’in sosyal medya paylaşımı, bu yön değişikliğini özetliyor: “Savunma Bakanlığı iklim saçmalıklarıyla uğraşmaz. Biz savaşırız.”
Bu yaklaşım, askeri harcamaların sivil iklim çözümlerinin önüne geçtiği, karbon bütçesinin güvenlik doktrini uğruna tüketildiği bir tabloyu güçlendiriyor.
Yeni rekabetin adı: Minerallerin jeopolitiği
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Tayvan çevresindeki gerilimler, Kızıldeniz’deki saldırılar… Dünyanın farklı bölgelerinde yükselen tansiyon, silahlanma yarışını yeniden küresel merkeze çekiyor. Bu yarış, kritik minerallerde yatırımların yönünü değiştiriyor, yeni tedarik ittifakları kuruyor, kaynak milliyetçiliğini güçlendiriyor, çevresel ve sosyal riskleri artırıyor. ABD’nin Kanada ve kendi topraklarında 20’den fazla maden girişimine doğrudan finansman sağlaması, bu stratejik “içeriye dönüş” eğiliminin güncel göstergesi.
İklim adaleti de tehlikede
Rapor, “askeri öncelikler kazanırken, sivil devlet kapasitesinin daraldığını” vurguluyor. Bu durum, yalnızca ABD’de değil; küresel Güney’de de yankı buluyor: Maden çıkarma baskısı artıyor, yerel topluluklar hak kayıplarıyla karşılaşıyor, tedarik zincirleri daha kirli ve güvencesiz hale geliyor. Oysa enerji dönüşümü; yalnızca karbonu değil, eşitsizliği de azaltma iddiasıyla ilerliyor.
Diğer yandan bilim dünyası, iklim krizinin ulusal güvenlik risklerini yıllardır işaret ediyor: Aşırı hava olayları, zorunlu göçler, su ve gıda kıtlığı, devlet kapasitesini zorlayan sosyo-ekonomik etkiler. En büyük çelişki ise şu: Devletler, iklim krizine neden olan sistemleri güçlendirerek iklim krizinin sonuçlarına karşı “güvenlik” inşa ettiklerini düşünüyor. Bu çelişki, orta ve uzun vadede daha büyük güvensizlik üretme potansiyeli taşıyor.
Gerçek ulusal güvenlik, temiz enerjiyle güçlenen bir ekonomi, eşitliği gözeten bir dönüşüm ve sürdürülebilir yaşam altyapısı ile mümkün. Bugün tercih edilen yol, yalnızca bugünün değil; gezegenin gelecekteki barışının da kaderini belirliyor.
TÜRKİYE: ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ İLE SAVUNMA SANAYİİ ARASINDA KESİŞEN STRATEJİK MİNERALLER
Kritik minerallerin küresel rekabeti kızışırken, Türkiye de hem enerji dönüşümü hedeflerini hem de hızla büyüyen savunma sanayiini besleyecek güçlü bir tedarik stratejisine yöneliyor. Odaktaki mineraller; bor, lityum, nikel, kobalt, grafit ve nadir toprak elementleri. Öne çıkan bazı rakamlara bakacak olursak: Dünya bor rezervlerinin yüzde 70’i Türkiye’de bulunuyor. Eskişehir Kırka ve Kütahya Emet sahaları kritik konumda. Bor savunma alanında kullanılırken, bor türevleri, aynı zamanda batarya kimyası için yükselen bir pazar. TOGG ve elektrikli araç yatırımları, yerli hücre üretimi ihtiyacını büyütüyor. Enerji depolamada fabrika planları gündemde. Türkiye, yüksek katma değerli savunma teknolojilerinde hızla ilerliyor. SİHA’lar, radarlar, güdüm sistemleri, platform elektroniği gibi sistemlerin çoğu grafit, nadir toprak elementleri, kobalt ve nikel gerektiriyor.
