“Ateşi düşürelim” denir ama hastalığa sebep olan sorunların çözümü istenmez. Bu hemen her sektörde gördüğümüz bir davranış tarzı.
Yaklaşık 25 yıldır, yaptığım işlerin bir gereği olarak, iş dünyası-STK’lar-devlet üçgeninde, bu aktörlerin davranışlarını, birbirlerine bakışını ve aralarındaki iletişimi izliyorum. Her ilişkide olduğu gibi bunda da yanlış yapılan şeyler var. Bugün, benim yönümden bakınca, iş dünyası temsilcilerinin ve ilgili STK’ların tutumlarında, göze çarpan bazı hataları aktarmaya çalışacağım.
Öncelikle şu krizi fırsata çevirme söylemini terk etmek gerekiyor. Küresel kriz, COVID-19, bölgesel krizler ve son olarak gümrük tarifeleri… Hemen hepsinde sık sık bunu duyuyoruz: “Türk ABC sektörü olarak, bu krizi fırsata çevirmeliyiz.” Krizi fırsata çevirme tercihinin iki zayıf yönü vardır. Birincisi, bu durumdan bir fırsat yaratılabilse bile bu geçici bir durumdur çünkü bir süre sonra dengeler yeniden sağlanır ve fırsat penceresi kapanır. İkincisi, bu reaktif bir harekettir. Yani aslında sizin bir stratejiniz olmadığını, gelişmelere göre pozisyon alındığını gösterir. Üstelik sektörler hiçbir zaman yek vücut olarak hareket edemezler ve pek çok firma bu “fırsat kollama” sürecini yanlış yönetir, mali açıdan zarar görür. Krizleri fırsata çevirmek yerine, kendi stratejimizi izlemeliyiz.
Kur takıntısından kurtulmak gerekiyor
Sektör temsilcileri ve STK yöneticilerinin hükümetten taleplerinin büyük kısmı yaşadıkları sorunların giderilmesine ya da hafifletilmesine yönelik. Dikkat ederseniz yapılan açıklamaların hemen hepsinde dile getirilen talepler maliyet avantajını önceliyor iken, sorunlara neden olan faktörlerin çözülmesine, sektörün bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine ya da sektörün yeniden yapılandırılmasına yönelik talepler hiç dile getirilmez. Yani “ateşi düşürelim” denir ama hastalığa sebep olan sorunların çözümü istenmez. Bu hemen her sektörde gördüğümüz bir davranış tarzı. Son örneği ise hazır giyim sektöründe. Açıklamalara dikkat edin lütfen: “Sektör yalnız bırakılmamalı, kaderine terk edilmemeli, ithalata vergi getirilsin” ve benzeri söylemlerin baskın olduğunu görürsünüz ama neredeyse hiçbir STK’dan sektörün ve işletmelerin nasıl yeniden yapılandırılacağına dair bir öneri gelmez.
Kur takıntısından kurtulmak gerekiyor. Bu netameli bir konu. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta TL’nin değerli olup olmadığı değil. İster değerli olduğuna karar verelim ister olmadığına, bu buzdağının gördüğümüz ya da görmek istediğimiz kısmı. Bir ülkede yıllardır enflasyonun konuşulması normal olmadığı gibi, 2005’te, 2015’te ve 2025’te “TL değerli mi?” tartışmasının yapılması da doğru değil. Ancak, TL değerli diyenlerin şu gerçeği görmesi gerekiyor. Polonya ve Güney Kore gibi kendi parası reel olarak çok değer kazanmış ve bundan hiç de kötü etkilenmeyen ülkeler var. Yani kurdaki seyir ne olursa olsun, bazıları ihracatını artırabiliyor, pazar payını büyütebiliyor. Peki biz kura rağmen de olsa rekabet gücümüzü artırabilmek için ne yapıyoruz? İşin bir boyutu da şu; diyelim ki kur bugün 60 TL’ye çıktı. Dünkü sorunlarınız her ne ise bundan 3-4 ay sonra aynıları yeniden ve tekrar tekrar yaşanacak. Öyleyse çözüm kurun yükselmesi mi? Değil.
Küresel gündemi yakalamak STK’ların başlıca görevi olmalı
Son olarak, rakip ülkelerin iş gündemi ile bizim iş gündemimiz arasındaki fark giderek büyüyor. Bizde enflasyon, hayat pahalılığı, kur, finansmana erişim, sanayinin faaliyet koşulları gündemin ilk sıralarında iken başkalarında çiplerin hangi ülkede üretileceği, yapay zekâ yazılımlarının geleceği, yeşil dönüşüm, teknoloji şirketlerinin yeni ürünleri gündemi belirliyor. Bu ayrışmayı sona erdirip, küresel gündemi yakalamayı talep etmek ve bu konuda gündem oluşturmak iş dünyası temsilcilerinin ve STK’ların başlıca görevi olmalı.