Nasıl Bir Ekonomi (NBE) gazetesinin adından da feyz alarak bu soruyu sormak istedim. Kehanetler havada uçarken bu soruyu hiç sormadığımızı fark ettim.
Teknoloji ile yatıp kalktığını düşündüğüm bir iş insanı ile sohbet ederken iş döndü dolaştı yapay zekâya geldi. ABD ile Çin arasında bu konudaki rekabet, Çin’in Deepseek ile yapay zekayı ucuz ve açık kaynaklı hale getirdiği OpenAI ile Microsoft ilişkisi ile başlayan uzun bir konuşma dinledim. Refik Anadol’un geliştirmekte olduğu Agentic AI’a dayanan algoritmadan haberi olup olmadığını sordum. Yanıt çarpıcıydı: “Ama o hep büyük şirketlerden sponsorluk alıyor ve Amerika’da bu işleri yaptığı için tanınıyor. Bizim ülkemizin koşulları farklı, sınırlı kaynaklarla iş yapmaya çalışıyoruz.”
İyi de biraz önce bana bütün dünyayı anlatıyordun. Bizim geldiğimiz noktadaki kadersizliğimiz iş dünyasının bu tür bir bakışa sahip bir kitlenin eline hapsolmuş olması. Bir yandan bütün dünyayı takip edip diğer yandan risk almadan işlerini sürdürmeyi umuyorlar. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası için oynamaları gereken rolü oynamalarını engelliyor. Bu kesinlikle insan hakları, hukuk vb. gibi kavramları talep etmelerini sağlamaya yönelik bir suçlama değil; şirket olarak doğru politikaları geliştirmek için “nasıl yapmalı” sorusunu sormalarından bahsediyorum. Bunu yapmıyorlar.
Türkiye’nin yabancı yatırım çekmesi için hukukun üstünlüğü ve şirketlerin ayakta kalması için faizlerin düşmesi ve kredi hortumlarının açılması dışında iş dünyasının ülkenin geleceği ile ilgili bir beklentisi yok. Talebi de yok. Dolayısıyla kaderleri de bu vizyonları doğrultusunda yazılıyor. Bunun acıklı bir sonucu da olacak.
1997’de Tayland’da ülkenin para birimi Baht’ın devalüe edilmesi ile tetiklenen Asya Krizi’nin sonucu, Güney Kore’deki holdinglerin ABD ve İngiliz sermayesi tarafından ele geçirilmesi oldu. Chaebol adını verdikleri dev holding yapıları ile dünya üzerine yayılmakta olan Güney Kore’nin genişleme süreci bir anda akamete uğradı. Düşünün; “Daewoo’dan Özbekistan’a otomobil fabrikası” haberi yaparken Güney Kore’nin chaebol’larının nasıl her alanda faaliyet gösteremesinler diye parçalandığının haberlerini yapmaya başladım. Üstelik Türkiye’deki iş dünyası bu dönemde bu konuyu hiç dikkate almadı; çünkü bizim de 1993 ile 1996 arasında görev yapan Başbakan Tansu Çiller sayesinde sahibi olduğumuz kendi krizimiz vardı. Şu anda 79 yaşında olan Çiller, kendi başbakanlığından sonra gelen REFAHYOL hükümetinde de başbakan yardımcılığı yapıyor. Bu geçişte, bir de Mesut Yılmaz’ın üç aylık bir başarısız hükümet denemesi ile bu yeni hükümetin kabul edilmesinin yolu açılıyor. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in eldeki olanaklarla ülkeyi kurtarmaya çalıştığı ancak bunu başarmadığı bir dönem olarak değerlendirebileceğimiz bir deneyimi oldu bu ülkenin. Kadın başbakandan koalisyona kadar bütün yollar denenip sonrasında Demirel de tasfiye edilince ülkenin tasfiye süreci başladı.
Özelleştirmeler ile büyük sermaye grupları yeni kazanç kapıları elde ederken yanlarına gelen yeni ekonomik unsurların kimler olduğunu önemsemediler. Özelleştirmeler ile sağlanan hormonlu büyüme, yeni bir ekonominin ortaya çıkmasını sağladı. Geçenlerde bir arkadaşım, “Bir ülkedeki şirketleri ya devlet kaynakları ya da borsa ile finanse edersin. Bunun dışında bir yol yoktur” diyerek gözlerimi açtı. Şimdi bu noktadan baktığımda aslında Türkiye’de hâkim olan sistemin iş dünyasının finansmanı için kurulmuş ve geldiği noktada da kendi iş dünyasını yarattığı için bazı gerilimlere neden olan bir sistem olduğunu anlayabiliyorum. Yaşanan sorunu da “Silicon Valley Bank Sendromu” olarak anlatmak istiyorum.
Silicon Valley Bank neden battı?
Bu soruyu zaman zaman soruyorum. Klasik yanıtı, insanlar paniğe kapılıp aynı anda paralarını çektikleri için banka battı şeklinde. Bunu anlatanlar, HSBC’nin Silicon Valley Bank’in Birleşik Krallık’taki limited şirketini Mart 2023’te satın almasını da “bak işte gördün mü, banka aslında değerini kaybetmedi” diye anlatıyorlar. Muazzam açıklama ama ben size hikâyeyi başka türlü anlatayım.
Startup’ların değeri ile borsadaki zihniyet arasında bazen açık bazen örtülü olarak karşımıza çıkan bir ilişki var. Borsa yatırımcıları gelecek beklentisi ile yatırım yaparken startup’ları desteklemek konusunda ve finansman sağlamak konusunda ikircikli bir pozisyondaydılar. Yatırım aldıkça unicorn olabilen bu yapıların 10 tanesinden sekizinin başarısız olması ise normal karşılanan bir durumdu. Borsa yatırımcısı da haliyle 1929’daki Büyük Buhran’ı mı, yoksa yapay zekâya bulaşan şirketlerin değerinin 3 trilyon dolar bandını görmesinin doğal karşılandığı bu günleri yaşayacaklarını bilmedikleri bugünlere benzer dönemleri mi yaşayamadıklarını bilemedikleri bir dünyada felç oluyordu.
Banka bu alanda startup finansmanı sağlayan ve değerlenen startuplardan elde edilen kazanç ile kendisini finanse eden bir mekanizma ile ortaya çıkıyor. Ancak çoğu insanla konuştuğumda anlamadıklarını gördüğüm bir ayrıntı vardı. Daha doğrusu iki boyutu olan bir ayrıntı vardı. Birincisi, bir startup yatırım turlarında belirli payları için aldığı yatırımlarla çok yüksek değerlemelere çıktığında unicorn ve decacorn gibi adlar alsa da tamamı satılırken oluşan fiyat bu kadar yüksek olmayabiliyor. İkincisi, startup yatırımcıları o kadar yüksek değerin oluşmasını sağlayacak yatırımları yapıp şirketin değerini zirveye taşıdıklarında yatırım alan bu şirket birincil halka arzını (IPO) yapamayacak ya da satılamayacak kadar büyük bir şeye dönüşüyor. Bu saatten sonra buna artık sadece tapmak mümkün oluyor ama hisse senedini almak mümkün olmuyor. Yani likidite sorunu oluşuyor; yatırım katılaşıyor. Bu aynı zamanda oradan exit edip başka yere yatırım yapabilecek yatırım sermayesinin de hapsolmasını ve yeni yatırım kaynaklarının azalmasını doğuruyor.
Biz de Türkiye’yi parça parça satarak bu tablonun oluşmasına neden olduk. Şimdi ülkenin geçmişte nominal olarak düşük görülen değerini yeniden yaratabilecek bir mekanizmadan yoksunuz. Bunu en basit şekilde TÜPRAŞ örneği ile anlatmak mümkün. Fortune Türkiye’de çalışırken yapılan Fortune 500 Türkiye listelerinin zirvesinde yer alan TÜPRAŞ, ilk listenin yapıldığı 2009’da 20,39 milyar lira ciro elde ediyormuş. İlk 10’daki şirketler, Türkiye Elektrik Dağıtım, BOTAŞ, Petrol Ofisi, Türk Telekom, Turkcell, Elektrik Üretim, Shell&Turcas, ENKA ve Türk Hava Yolları olarak sıralanıyormuş.
Faiz ve Vergi Öncesi Kâr (FVÖK) listesine geçtiğimizde ise farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Sıralı FVÖK listesindeki şirketler BOTAŞ, Türk Telekom, Turkcell İletişim Hizmetleri, Elektrik Üretim, Petrol Ofisi, ENKA, TÜPRAŞ, Arçelik, Anadolu Efes ve Türk Hava Yolları şeklinde sıralanıyormuş. TÜPRAŞ’ın o zamanki karı kabaca 1, 268 milyar liraymış.
10 yıl sonrasına sıçrayıp 2019 tarihli listeye baktığımızda 10 yılda cirosunu 89,601 milyar liraya çıkarmış TÜPRAŞ’ın liderliğindeki listenin EPİAŞ, Türk Hava Yolları, Petrol Ofisi, OPET, BİM, Ford Otomotiv, Ahlatçı Kuyumculuk, Arçelik ve RC Rönesans İnşaat Taahhüt şeklinde oluştuğunu görüyoruz. FVÖK listesi ise, Turkcell İletişim Hizmetleri, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, Arçelik, Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları, IC İçtaş İnşaat, Sanayi ve Ticaret, YDA İnşaat Sanayi ve Ticaret, ENKA, Devlet Hava Meydanları İşletmesi ile ASELSAN’ı kapsıyor. Bu yıl, TÜPRAŞ’ın liste başı olduğu son yıl oluyor.
2020’de EPİAŞ liderliği devralırken 105,81 milyar liralık net satış elde ediyor. TÜPRAŞ ise, 63,244 milyar liraya geriliyor.
Buradan 2023 tarihli son listeye geçtiğimizde beyin uçuklaması yaşamamak mümkün değil. EPİAŞ yine lider ama net satışları yaklaşık 839 milyar lira; TÜPRAŞ ise yaklaşık 687 milyar liralık net satış yapıyor. 10’uncu sırada yer alan Shell&Turcas’ın cirosu bile lider EPİAŞ’ın 2020’deki cirosunun iki katının üzerinde. FVÖK sıralaması ise, Türk Hava Yolları, TÜPRAŞ, Ford Otomotiv, Anadolu Efes, Arçelik, Turkcell, Türk Telekom, Doğuş Otomotiv, İGA Havalimanı İşletmesi ve Star Rafineri şeklinde.
Türkiye’nin en kârlı 10 şirketinden üçü (THY, Turkcell, Türk Telekom) Türkiye Varlık Fonu portföyünde yer alıyor. Diğerleri de büyük sermaye gruplarının elinde ama asıl dikkat çekici olan Türkiye’nin bir sermaye artırımı yapmış olması. 2020’den bu yana lira cinsinden sekiz-10 katına yaklaşmış veya geçmiş durumda. Dolar veya euro cinsinden bakıldığında ise, uzun vadede önemli bir fark oluşmuyor. Yani bizim kendi ülkemizi kendi paramız ile düşündüğümüzde artık yönetebileceğimiz ya da sermaye gerekliliğini karşılayabileceğimiz bir ülkeye sahip bulunmuyoruz. Konu, Silicon Valley Bank ya da daha önce anlattığım Banker Kastelli çıkmazı noktasına gelmiş durumda.
Nasıl yapmalı sorusu önem kazanıyor
Bu kadar ekonomi yazıp içinizi kararttıktan sonra nasıl yapmalı sorusuna vereceğim yanıt, ekonomi ya da siyasetle bağlantılı değil. Biraz çıkıp dolaşmanızı öneriyorum. Ülkenizin nasıl değerler yarattığını anlamaya çalışın ve buna göre nasıl yapmalı sorusunu kendinize sorun.
Ahmet Güneştekin’in Feshane’deki sergisi uğramanızı önerdiğim ilk mekân. Murathan Mungan tarzında söylersek, Güneştekin bu sergide bütün sergilerini temize çekmiş ve üstüne yeni şeyler eklemiş. Ama dahası var.
Sergide genç arkadaşlar var. Birine birisinin soru sorduğunu uzaktan gördüm ve yanından geçerken “Kediyi mi sordu?” dedim. “Evet. Hep onu soruyorlar” dedi. Bir kedi yavrusunun bir yere sıkıştığını düşünüyorsunuz ve içinizden kurtarılması için talepte bulunmak geliyor ama oraya takıldığınızda asıl trajediyi anlama fırsatı buluyorsunuz.
Ben çok insani bir tip olmadığım için başka bir diyaloğumu da aktaracağım. Güneştekin 13 yaşına kadar giydiği kara lastik ayakkabılarından (kendisi sadece ‘kara lastik’ olarak ifade ediyor) yola çıkarak bir enstalasyon yapmış. Buna baktığınızda gecekondu mahallelerinden yoksulluğa ve maden kazalarından sonraki görüntülere kadar birçok bağlantı kurabiliyorsunuz.
Ama orada görevli bir arkadaşla sohbet etmek daha fazlasını kazandırıyor. Yine kulak misafiri olduğum bir diyalogdan yola çıkarak, “enstalasyona dokunmak mı istiyorlar?” diye sorduğumda “ayakkabılara dokunmakla kalmıyorlar, alıp çantasına atmaya çalışanlar var. Bizi de bu yüzden burada nöbetçi bırakıyorlar, eseri koruyalım diye” yanıtını arıyorum. Bu işi yapan arkadaşa öğrenci olup olmadığını sorduğumda “Okulumu yeni bitirdim. Bilgisayar mühendisi oldum. İş bulana kadar burada zamanımı değerlendiriyorum” diyor. “İş arıyor musun” soruma verdiği yanıt ise, “Başvurularım oldu. Ben mühendislik değil, iş yönetimi alanında çalışmak istiyorum. Bazen çağırıp proje yaptırıyorlar ama daha sonra ‘biz başkasıyla devam etmeye karar verdik’ diyorlar.” şeklinde.
Bu startup’ların hayatına POC yaptırmak şeklinde giriyor. Kendi deneyimimden de bildiğim gibi POC (Proof of Concept) ya da örnek kurulum yapıldıktan sonra şirketin büyüklüğü ile orantılı bir hızda “Biz o kadar insan çalıştırıyoruz. Bunu içeride yaptıramaz mıyız?” sorusu yöneltilir. Genellikle de dener ve yarım yamalak bir çözüm ile bir çuval inciri berbat ederler. Bu kamuda “mülakat”, holdinglerde tanıdık ilişkisi ile güvence altına alınan sistemin bekasını sağlamak için geçerli modelin bir parçasıdır ve her iki tarafta ülkenin değerlerinin güçlenmesine eşit derecede zarar verir. Bunu aşmak için yanlışı düzeltmeye çalışmak değil, değerli olanı güçlendirmek ve yaygınlaştırmak gerekir.
Bir değer örneği: Logo Yazılım’ın hayat hikayesi
Uğramanızı istediğim ikinci durak, Darphane-i Amire’deki Logo Yazılım sergisi. Birkaç hafta önce Logo Yazılım Yönetim Kurulu Tuğrul Tekbulut ile gezdiğimiz sergiyi yazmak için böyle bir konuyu yazmak beni mutlu ediyor. Logo’yu bilmeyenler için bana gelen bilgi notunu burada aktarıyorum:
“Türkiye’nin en büyük yerli iş yazılımı şirketi Logo Yazılım, kurulduğu 1984 yılından bu yana sektörün öncü şirketlerinden biri olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Uçtan uca ürün ve hizmetleriyle mikro ölçekten kurumsal yapılara kadar her sektörden işletmelerin sürdürülebilir başarısına destek olan Logo Yazılım, verimlilik ve kârlılığı artıran iş yazılımları geliştiriyor.
Bilişim ekosistemine ve ekonominin dijitalleşmesine katkı sağlayan Logo Yazılım, 4 farklı ülkede 13 farklı noktada; 1.500’den fazla çalışanı ve 1.000’i aşkın iş ortağıyla, 60’ın üzerinde ülkede müşterilerinin büyüme yolculuğuna eşlik ediyor.
Logo Yazılım, müşterilerine kurumsal kaynak planlama (ERP) çözümlerinin yanı sıra muhasebe, ön muhasebe, bordro ve insan kaynakları yönetimi, iş analitiği, müşteri ilişkileri yönetimi, depo yönetimi sistemleri, saha satış yönetimi, iş akış yönetimi, doküman yönetimi, hazine yönetimi, B2B yönetimi, perakende, e-Dönüşüm ve fintek çözümleri gibi çok sayıda ürün ve hizmet sunuyor. Dijital dönüşüm danışmanlığı ve özel proje yönetimi de, Logo Yazılım’ın sağladığı hizmetler arasında bulunuyor.
Adil ve şeffaf bir yönetim anlayışını benimseyen Logo Yazılım, 2000 yılında gerçekleştirdiği halka arzıyla, Borsa İstanbul’da halka açılan ilk bilişim şirketi ünvanını aldı. 2024 yılı sonu itibarıyla şirketin halka açıklık oranı %64,6’dır.
Türkiye’nin en fazla Ar-Ge yatırımı yapan yazılım şirketi olan Logo Yazılım, inovasyon gücüyle sunduğu sorumlu ve verimli çözümlerle, Türkiye operasyonları ve ihracat faaliyetlerinin yanı sıra Romanya ve Hindistan’daki yatırımlarıyla da uluslararası ölçekte varlığını sürdürüyor.”
Bunu aktardıktan sonra gelelim benim bu konuya dikkat çekme nedenime. Tekbulut ve arkadaşları şirketi Yazıcıoğlu İş Hanı’nda kurduktan sonra önemli sıçramalar yapıyorlar. Microsoft Excel’in Türkçeleştirilmesinden, muhasebe programı yazılmasına kadar birçok önemli başarıya imza atan ekip, asıl sıçramayı pazarlama öğrendiğinde yapıyor. Yazılımın bulunduğu kutuyu deri çantaya koymak değerin anlaşılmasını sağlıyor. Buna benzer adımların ardından KOBİ’ler için yapılan geliştirme ile ölçek yaratılıyor. Sonrasındaki daha ileri adımlar dünyaya açılma ve yurtdışında şirket satın alma gibi adımlar geliyor. Daha sonra ayrıntılı yazmayı planladığım bu sürecin en önemli parçalarından biri, Romanya’daki operasyon ile ilgili. (Ancak 6 Haziran’a kadar açık kalacak sergiyi, benim uzun yazma zevkime kurban etmenizi istemem.) Bu operasyonun satış süreci ilerliyor çünkü istedikleri noktaya gelemeyen şirket yönetimi daha fazla ısrar etmemeye karar veriyor. Tekbulut, “Halka açık bir şirket olarak yatırımcılarımıza karşı sorumluluklarımız var. Herşeyi kafamıza estiği gibi yapma hakkımız yok” diyor.
Bu, “nasıl yapmalı” sorusuna şimdiye kadar verilmiş en iyi yanıt. Bir ülke abonelerden oluşan bir yapı olarak görülüyorsa, imtiyaz anlaşmaları ile bu tebanın tahsis edilmesine dayanan bir model uygulanır. Ama hissedarsanız yönetim size karşı sorumludur. Bu da ileride daha kapsamlı ele almam gereken bir konu olacak.
Şimdilik serginin girişindeki iki fotoğrafa dikkat etmenizi isteyerek kapatıyorum. Birinin Kenan Işık olduğunu sandığımız sahne fotoğrafları, Logo kurulmadan çok önce Haldun Dormen’in yönettiği ve şimdilik daha fazlasını bilmediğimiz bir oyuna ait. Dormen, bir sanat insanı olarak olmayan bir şeyi önümüze koymayı başarmış ve bunu Türkiye’deki bir ilk olarak tarihe yazmış.
Çok farklı konulara dokunduk, değil mi? Ama, ancak bunların hepsi bir arada ele alındığında yüksek değer yaratma konusunda nasıl yapmalı sorusunun yanıtını vermek mümkün oluyor.