Bu seneki Vizyon 100 toplantısı, birkaç boyutu ile dikkat çekiciydi. Hükümetin Ticaret Bakanı Ömer Bolat düzeyinde ilgi gösterdiği ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe’nin de bir konuşma yaptığı etkinlikte tekil sunumlar ve panel konuşmaları da iki sene öncesine göre daha tatmin ediciydi. Ben geçen sene katılamadığım için değişim bana daha güçlü görünmüş de olabilir ama konuşmacılar kitaplarda yazanları değil kendi yaptıklarını anlatma konusunda önemli mesafe kat etmişti. Bunları zaman içinde aktaracağım ama şu anda bu etkinliğin başka bir nimetinden bahsetmek istiyorum.
Bütün etkinliği izlemiş biri olarak, Ahu Büyükkuşoğlu Serter’in en etkili sunumu yaptığını ve Bilişim Sanayicileri Derneği (TÜBİSAD) Başkanı Mehmet Ali Tombalak’ın da en fazla iz bırakan kişi olduğunu tespit ediyorum.
Serter’i, Arya, Farplas diye uzayan şirketler arasında ne ile adlandıracağıma karar veremiyorum. En son sohbetimizde “71 şirket oldu” ifadesi aklımda kaldı. Vizyon 100 toplantılarının katılımcılarının en fazla aklında kalan ise, sunumunda bahsettiği “Chief Opportunity Officer” pozisyonu oldu. Karar vericiler dediğimiz, unvanı C ile başlayan yöneticiler sınıfında bir inovasyon yaptıkları açık. Bu, izleyenler arasında da yansımasını buldu. Üstelik Serter’in ortaya koyduğu yatırım felsefesi ile uygunluğu nedeniyle ayakları yere basan bir tanımlama.
Vizyon 100 toplantısı sayesinde öğrenmemiz ve uygulamamız gereken birçok yol, yöntem ve yordamı birinci elden dinleme fırsatı buldum ve bir sonraki toplantıya kadar geçecek bir yıl içinde bunlar üzerinden ben de yazılar kurgulayacağım. Ancak yeni dönemde benim en önemli önceliğim önceliklendirme olacak. Bu nedenle de, ilk olarak Tombalak’a odaklanmak istiyorum.
Bunu yapmamın nedeni, 2025’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan Philippe Aghion’a yaptığım haksızlığı da telafi etmek. Türkiye İş Bankası'nın, 100. kuruluş yıldönümünde düzenlediği “Atatürk Vizyonuyla Gelecek Yüzyıla Bakış" adlı çarpıcı etkinlikte dikkatimi çeken Aghion ile özel bir görüşme yapmıştım. Açıkçası kendisini tanımıyordum ancak panele geldiğinde ceketinin cebinde taşıdığı bir şişe suyu sehpaya koyması ve konuşurken ayağa kalkıp ellerini kollarını sallayarak görüşlerini anlatması dikkatimi çekmişti. Bunu da izleyiciye “beni daha iyi anlamanız için hareket olması gerekiyor” benzeri bir ifade ile açıklamıştı. Collège de France ve London School of Economics'te profesör olan Aghion’un konusu, “yaratıcı yıkıcılığın gücü"ydü ve lacivert takım elbiselerin bulunduğu ortamların bütün normlarını yıkarak etki yaratmayı başarıyordu. “Adamım” dedim ve peşine düştüm. Lobby’den Gül Mutlay’ın yardımıyla tanıştık ve gürültülü ortamdan izole bir çekim yeri bulmak için harekete geçtik. Böyle dikkat çekici bir figürün ne diyeceğine aldırmadan yer beğenmeyip arayışla geçtim. En sonunda çekim ekibinin aletlerinin bulunduğu depomsu bir odayı beğendim. “Şimdi duvara yaslanıp karşılıklı sohbet edeceğiz” dedim. Kabul etti ve benim kadim dostum Huawei P30 Pro’yu çekim ekibinden bir arkadaşın eline verip bir video çektik. Poker terimiyle beş benzemez olarak yaptığımız bu iş çok güzel oldu. Ama mesleki deformasyon; yazıda kendisinden bahsetmeme karşın bu videoyu yayınlamadım.
Oysa ki, diğer panelist Ufuk Akçiğit ile birlikte sergiledikleri performansın ardından Aghion’un farkını ortaya koymak, asıl konu olmalıydı. Türkiye İş Bankası o kadar kapsamlı ve çarpıcı bir etkinlik düzenlemişti ki, bu vizyona erişemedim. Konuya biraz daha açıklık kazandırmak için Akçiğit’ten de bahsedeyim. MIT ve Pennsylvania Üniversitesi’nin ardından Chicago Üniversitesi’nde çalışan ekonomist Akçiğit, bizim gibi mühendislerin bayılacağı türden bir kişi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda, Massachusetts Institute of Technology (MIT) yüksek lisanstan ziyade hacı olmak şeklinde anlatabileceğim bir seviye için insanların gözünü diktiği bir bilim mabediydi. Bugün Türkiye’de yazdıkları ile büyük etki yaratan Daron Acemoğlu da bu üniversitede ekonomi profesörü dersem daha açıklayıcı olurum sanırım. Akçiğit’in sunumunda çok fazla Kiel Üniversitesi referansı olduğunu da hatırlıyorum. Türkiye’de fazla bilinmez ama Kiel Üniversitesi Avrupa’da geleceğin planlanması için kullanılan öngörüleri üreten akademik kurumdur. Avrupa Birliği’nin benzer bir yapısı Brüksel de bulunuyor. Bunların ortaya koyduğu öngörüler, Avrupalı siyasetçileri bir araya getiren Roma Kulübü’nde ele alınıp siyasetçilerin uygulayacağı politika taslakları ve politikalar oluşturulur. Yapılan iş satranç kadar düzenli ve kurguludur. Ancak, benim 57 yıllık ömrümde öğrendiğim, dünya üzerinde işlerin tavla kuralları ile döndüğüdür. Burada da hem iyi zar atan hem de attığı zarın hakkını veren Aghion’dan yana kullandığım tercihin Nobel ödül komitesi tarafından da paylaşıldığını görmek sevindirici. Adını nasıl söyleyeceğimi bir türlü öğrenemediğim Aghion’u kutluyorum. Bu etkinlikten kazandığım vizyon sayesinde bu yazımı Mehmet Ali Tombalak’ın bende yarattığı vizyonu anlatmaya ayırıyorum.
Walmart’ı anlamayı sağlayan adam
Tombalak’ı NBE’nin YouTube kanalında konuk ettiğimde ısrarla Walmart’taki bir hata yapma ve onarma sürecinden bahsettiğini hatırlıyorum. Simon Sinek’in Sonsuz Oyun kitabını bana hediye ederken “Walmart’ın hikâyesi çok çarpıcı. Belki üzerine yazmak istersin.” dedi. Hediye ettiği diğer kitap da Muazzez İlmiye Çığ’ın ““Yaşadım” Demek İçin Ne Yapmalı?” adlı kitabıydı. İki kitap da hayatın anlamı konusunda pratiklere dayanan bakış açılarını ortaya koyuyordu yani vizyon veriyordu. Yine de ben kuru kuruya kitap üzerine yazmak istemedim. Şimdi günü geldi.
Vizyon ya da hayata belirli bir pencereden bakmak, kazandıran unsurdur. Rusya’da devrim olup da Sovyetler Birliği kurulmadan önce Moskova Tren Garı’nda Vladimir İliç Ulyanov Lenin’in bir işçi ile konuşması sırasında anlattıklarından sonra işçiye ne anladığını sorduğunda aldığı yanıt çarpıcıdır: “Biz varız, bir de onlar var.” Bu işçinin hiçbir şey anlamadığına işaret kabul edilebilir ancak Lenin Nisan Tezleri’nde devrimin neden olamayacağını açıklarken aynı yılın bizim takvimimizle kasım ayında Rusların takvimi ile ekim ayında Bolşevik Devrimi gerçekleşir. Bir entelektüel olarak bunu göremeyen Lenin, bir siyasetçi olarak yaşanan sürece liderlik eder.
Tombalak’ın verdiği kitap sayesinde edindiğim vizyon şu: Walmart’ta yaşanan durum da bundan farklı değil ama farklı bir boyutta. Walmart’taki süreç siyasi liderlerle değil, C düzeyi yöneticilerle ilgili.
Bu konuyu neden bu yazıda ele aldığıma da kısaca değineyim. Çeşme’deki toplantıda program sona erdikten sonra tanıdık ve tanımadıklarla sohbet ederken zaman geçti ve kendi otelime geçmek anlamsızlaştı. Ben de konferans/konaklama alanında biraz dolaştım ancak zaman bir türlü geçmeyince oradaki otelin lobisine oturup cep telefonumu kurcalamaya başladım. O sırada Tombalak geldi, sohbete başladık. Sonra oradan geçenlerin katılması ile İTÜ’lülerin domine ettiği bir grup oluştu. Bir anda kendimizi, kalite yönetiminden elektrikli otomobillerin sayısının artması durumunda elektrik şebekelerinin nasıl yönetilmesi gerektiğine yeni nesil siber güvenlikten Suudi Arabistan’daki gelişmelere kadar birçok konuyu ele alırken bulduk. Az daha gala yemeğini kaçıracaktık. Bu deneyimin yarattığı vizyonla bu yazıda, Tombalak’ın işaret ettiği Walmart hikâyesini anlatmaya karar verdim.
Kitabın “Amacın korunması” adlı bölümünde finansal başarı için temel değer önermesinden vazgeçmenin ya da önceliklendirmeyi eğip bükmenin Walmart’ı nasıl felakete sürüklediği ve temel ideolojiye dönülerek nasıl bugünün dünya liderinin ortaya çıkarıldığı anlatılıyor. Dünya lideri lafını övgü olarak kullanmıyorum. Her sene ABD’deki Fortune 500 listeleri yayınlandığında ilk sırada Walmart’ı görmek şaşırtıcı olmayan bir durumdur. Türkiye listesi yayınlandığında ise, sürekli Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin Walmart’ın yarısı etmediği gibi kıyaslama haberleri yapılır. Ama kimse Walmart’ın iş modeline Tombalak’ın işaret ettiği bakmaz. Haydi, biz bu vizyonla bakalım.
Simon Sinek’in “sonsuz oyun” kuramı
Tombalak’ın sürekli vurguladığı hikâye Sam Walton’ın, 1962’de Walmart mağazasını en düşük fiyatlar ile orta sınıf Amerikalılara hizmet vermek üzere kurmasıyla başlıyor. El ele çalışarak herkes için geçim maliyetini düşürmeye ve daha iyi bir hayat yaşanabileceğini göstermeyi hedefleyen bu model çalışanlar ve müşterilerin beğendiği bir markayı ortaya çıkarıyor. Büyük Buhran işin büyümesini sağlarken Walton, ABD’nin en zengin insanlarından biri oluyor.
Walmart, 2009’da CEO olan Mike Duke’un finansal performansı bu amacın önüne koyması ile değişiyor ve Walton’ın vizyonu “artık sadece bir pazarlama sloganı ve ofis duvarlarına yazılan boş sözlerden ibaret” oluyor.
Sinek, Walmart’ta “verimlilik uzmanı” olarak nam salan Duke’un işi kabul ettiğinde hangi zihniyetle liderlik edeceğini gösteren bir konuşma yaptığını belirterek şu önemli yorumu yapıyor: “‘Hissedarlarımıza değerler üretmeye, iki milyonu aşkın çalışanlarımızın imkânlarını artırmaya, tüm dünyadaki 180 milyon müşterimize tasarruf ettirmeye ve daha iyi bir hayat sürdürmeye yardımcı olmaya devam edeceğimizden eminim.’ İfadenin sıralamasına dikkat ettiniz mi? Onun ilk düşüncesi,
pazar payının ve kazancın artmasıydı. Müşterilerin hayatlarında yer edinmeye, ancak açıklamasının sonunda değiniyordu. İnsan doğasının ilginç bir özelliğidir bu. Bir kişinin açıklamasında verdiği bilgilerin sıralaması, çoğu zaman gerçek önceliklerini ve strateji odaklarını simgeler. Sam Walton insanların menfaatleri ile işe başlarken, Mike Duke, Wall Street ile işe başlamıştı.”
İlk aşamada hisse değeri artan Walmart, kadınların açtığı eşitsiz ücret ve yan haklar davası ile tarihteki en büyük iş ihlali davasına konu oluyor. Halkın tepkisi ve protestolar, Walmart’ın Denver ve New York’ta genişleme planlarını engelliyor.
Walmart’ın daha sonra asıl kuruluş amacına dönerek bugünkü pozisyonunu elde etmesinin hikâyesini anlatan Simon Sinek, bundan bir peri masalı çıkarmıyor. Sinek’in altını çizdiği şu konuya dikkatiniz çekerim: “Walmart’ın başına gelenler birçok kurumsal şirketin başına gelebilir. Wall Street’in baskısı sonucunda, aslında vizyon sahibi ve ‘sonsuz oyun’ anlayışına sahip olan liderlerin yerine, ‘sonlu oyun’ anlayışına sahip yöneticilerin en üst pozisyonlara getirildiğine şahit oluyoruz.”
Oktobrfest sadece bira festivali değildir
Bu hikâyenin çok daha sert boyutları var. Tam tarihini bilemiyorum ama bu sıralarda Almanya’nın Münih şehrinde Oktobrfest düzenleniyor olmalı. Sizin için Google’dan baktım ve 16 Eylül’de başlayıp 3 Ekim’e kadar sürdüğünü öğrendim. Bunun bir bira festivali olduğunu düşünebilirsiniz ancak hikâyenin tamamı biraz farklı.
Yıllar önce Münih’te kültür bakanlığı için de çalışan kaliteli bir rehberden dinlemiştim hikâyeyi. Şehrin en önemli caddesi, üzerinde pahalı markaların mağazalarının da bulunduğu Maximilianer Strasse yani Maximilian Caddesi. Maximilian, Bavyera eyaletinin başına geçmesi pek de mümkün olmayan dokuzuncu göbekten bir asilken Napoleon’un yükseldiği dönemde tahta çıkması mümkün olan soyluların ölümü ya da bir biçimde devredışı kalmasıyla eyaletin başına geçiyor. Başa geçtikten sonra yaptığı iş ise, Napoleon’un ordusunu asker, para ve teçhizat olarak desteklemek oluyor. Bunun ebediyen sürecek bir şey olduğu düşünülürken Napoleon’un yenilmesiyle Maximilian hikâyesi de son buluyor.
Münihliler, halktan toplanan madenler eritilerek Napoleon için yapılan toplardan dev bir sütun yaparken ilk Oktobrfest daha sonra Kral I. Ludwig olacak veliaht prensi ile festival alanına (Theresienwiese) adını da veren Prenses Therese’nin düğünü olarak 12 Ekim 1810’da düzenleniyor. Oktobrfest’in kökeni olarak görülen bir diğer etkinlik olan at yarışı da 17 Ekim’de düzenleniyor. Düğünün asıl amacı, çekilen acıları unutturmak ve böyle bir dönemden geçerken ayrışan halkı yeniden kaynaştırmak oluyor. Aradan 200 yıldan fazla süre geçmişken Oktobrfest, hâlâ tursitik boyutu da olan bir festival olarak sürüyor.
Ben de bunu rehberden alıp, TÜBİSAD Başkanı Mehmet Ali Tombalak üzerinden Simon Sinek’e ekleyeyim. Gerekli mi bilmiyorum ama ben de alkol sağlığa zararlıdır uyarısında bulunayım. Bir de bilmek sağlığa yararlıdır, diyeyim. Bunun gerekli olduğunu biliyorum.
Bu bilgi dağarcığına Gazi Mustafa Kemal’in “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” sözüyle sonlu ve sonsuz oyun arasındaki ayrımı da eklemek gerekiyor. Tabii Simon Sinek’in, Walton’ın ilkelerinden vazgeçildiği dönemde bile sloganlarının duvarda yer almayı sürdürdüğüne dair yorumunu da…
Son olarak Vizyon 100 etkinliğini düzenleyerek bu kadar şeyin aklıma gelmesini sağlayan Vizyon 100 Danışma Kurulu Başkanı Bülent Kutlu ve organizasyonuna da teşekkür etmek gerekiyor. Bu vizyon için teşekkür ediyorum.