İş görüşmelerinde sorulan sorularla bu sorulardan beklenen cevaplar arasında uzun zamandır bir kopukluk var. Özellikle kurumsal hayatta, mülakatlar çoğu zaman bir tanıma sürecinden çok, ezber kontrolüne dönüşmüş durumda.
“5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” Evet, bunu ben de sordum. Üstelik yıllarca. Bir süre sonra insan fark ediyor: Bu soru geleceği ölçmüyor, uyumu ölçüyor. Adayın ne olmak istediğini değil, bulunduğu yapıyı zorlayıp zorlamayacağını anlamaya çalışıyor.
Yıllardır kullanılan klişeler:
Kendinizden bahseder misiniz?
Bununla ne yapılacağı belli değildir, hem soran hem sorulan acı çeker.
Güçlü ve zayıf yönleriniz nelerdir?
Zayıflıklar strateji barındırır.“Mükemmeliyetçiyim” klasiği buradan çıkmış olabilir.
Stres altında çalışabilir misiniz?
Hayır demek stres yapar.
Takım çalışmasına yatkın mısınız?
Ayırt edici değil, törensel.
İşinizi zamanında bitirir misiniz?
Herkes evet diyecektir de kimse bitmiş işin gerçek tanımına bakmaz.
Neden bu pozisyonu istiyorsunuz?
Gerçek cevap hep gizli kalır.
Start-up dünyasında ise manzara farklı. Orada sorular daha çok düşünme biçimine, risk alma cesaretine ve belirsizlikle kurulan ilişkiye bakıyor. Kimin ne bildiğinden çok, kimin nasıl düşündüğü önemli. Bu yüzden teknoloji dünyasının ünlü CEO’larının soruları zamanla efsaneleşti. Steve Jobs’un hayatla ilgili soruları, Elon Musk’ın problem çözme odaklı yaklaşımı ya da Jeff Bezos’un tek kelimelik ama düşündüren testleri…
Bu soruların ortak özelliği şu: Doğru cevapları yok ama güçlü sinyalleri var.
Kurumsal hayatta ise sorular daha güvenli alanlarda dolaşıyor: takım çalışması, stres yönetimi, zamanında iş bitirme. Bunlar elbette önemli. Ancak sorun konularda değil, soruların sorduğu yerde. Çünkü bu sorular zamanla adaylara şunu öğretti: Dürüst olma, doğru ol.
Sonuç olarak herkes takım oyuncusu, herkes stres altında çalışabiliyor, herkes zaman yönetiminde harika.
Bu noktada ilginç bir örnek devreye giriyor. Dünyaca ünlü bazı hukuk firmalarının, özellikle çok iddialı genç adayları tercih ettiğine dair güçlü bir anlatı var. Sorulan soru basit:
“Kendini sınıf arkadaşlarınla kıyasladığında ne dersin?”
Ve “Ben en iyisiydim” cevabını veren adaylar özellikle seçiliyor.
Bu cevap kibirli bulunabilir. Ama o firmaların aradığı şey kibir değil; rekabetle barışıklık, kendini konumlandırabilme cesareti ve baskı altında ayakta kalabilme kapasitesi. Çünkü bu firmalarda rekabet gerçek, sert ve çoğu zaman görünmez kurallarla işliyor.
Ben iyi hukuk firmalarında inanılmaz bir rekabet gördüm. Aynı ekipte çalışan insanların, bir sonraki değerlendirmede birbirleriyle kıyaslandığını. Bu ortamda “çok iyi ama sessiz” olmak çoğu zaman yetmiyor. Alçakgönüllü ama kendini öne çıkarmaktan kaçınan son derece yetenekli insanlar, bu yüzden elenebiliyor. Bu bir adaletsizlikten çok, bir kültür tercihi.
Yanlış insan yok, yanlış ortam var.
Soru değil, tepki ölçen mülakatlar
Bir patrondan duyduğum mülakat hikâyesi hâlâ aklımda. Sorduğu soru son derece sıradan. Hatta klişe diyebiliriz. Öyle düşünmeye açık, derinlikli ya da “vizyoner” görünen bir soru değil. Cevabı da tahmin edilebilir ama asıl ölçtüğü şey cevap değil.
Bu patron, aday cevap verirken kendi hislerine bakıyor. Eğer anlatılanlar onu sıkıyorsa, aday eleniyor. Bu kadar.
“O zaman neden soruyu soruyorsun?”
Çünkü burada yapılan şey şu:
Sağ gösterip, sol vurmak.
Aday:
- Hazırlıklı olduğu bir soruyla karşılaşıyor
- Güvende hissediyor
- Otomatik pilota geçiyor
- Ezber anlatıyor
Patron ise şuna bakıyor:
- Bu kişi kendini ilginç kılabiliyor mu?
- Sıradan bir soruya bile enerji katabiliyor mu?
- Anlatırken karşısındakini okuyabiliyor mu?
Yani ölçülen şey bilgi değil, canlılık.
Aslında ölçülen: “Benimle çalışılır mı?”
Bu tarz mülakatlar objektif olmaktan çok uzak. Ancak gerçeğe fazlasıyla yakın.
Çünkü patron bilinçli ya da bilinçsiz şunu soruyor: “Bu insanla saatlerce aynı odada kalabilir miyim?” Bazı roller için bu sorunun cevabı hayati.
Bu adil mi?
Tartışılır. Ölçülebilir değil. Hatta haksız bile bulunabilir. Ama gerçek şu: Birçok işe alım kararı, “iyi CV”den çok enerji uyuşmasıyla” veriliyor.
Burada İranlı bilge Sadi Şirazi’nin sözünü hatırlıyorum. “Tartışmada hünerli olan her kişi, iş yapmada mükemmel değildir “ mülakatta parlamayanları bulmak hüner ister, bazen parlayanlar vitrin ışığından dolayı olabilir.
Ünlü CEO’ların meşhur mülakat soruları
Steve Jobs (Apple)
“Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün yapacağın şeyi yine yapar mıydın?”
Ölçtüğü şey:
Öz farkındalık, tatmin duygusu, iç motivasyon
Elon Musk (Tesla, SpaceX)
“Hayatında karşılaştığın en zor problemi anlat ve tam olarak nasıl çözdüğünü adım adım açıkla.”
- Ölçtüğü şey:
Gerçek problem çözme, teknik derinlik, abartı yapıp yapmadığı - Musk cevabı böler, detay ister, gerçekten yaşanıp yaşanmadığını anlamaya çalışır
Jeff Bezos (Amazon)
“Şanslı bir insan mısın?”
- Ölçtüğü şey:
Olayları nasıl anlamlandırdığı - Bezos’a göre “şanslıyım” diyenler fırsatları görenlerdir; suç atmayanlardır
Mark Zuckerberg (Meta / Facebook)
“Eğer şu anda bu şirketi kuruyor olsan, yine aynı şeyi mi yapardın?”
- Ölçtüğü şey:
Motivasyonun kalıcılığı - Soru görünürde şirketle ilgili, aslında kişisel inanç testi
Reed Hastings (Netflix)
“Bir yöneticinin sana katılmadığı bir kararı ve bununla nasıl başa çıktığını anlat.”
- Ölçtüğü şey:
Ego yönetimi, geri bildirimle ilişki, güç çatışmalarıyla baş edebilme - Netflix kültürü: yüksek özgürlük + yüksek sorumluluk
Larry Page (Google)
“Hayatında dünyayı gerçekten etkileyebileceğini düşündüğün bir şey yaptın mı?”
- Ölçtüğü şey:
Büyük düşünme, anlam arayışı - CV değil, etki alanı sorusu
