91 yaşında aramızdan ayrılan doğa savunucusu Jane Goodall, yalnızca şempanzelerin değil, insanlığın da doğayla yeniden bağ kurma hikâyesinin öncüsüydü. Bilimin merakıyla kalbin sezgisini birleştiren Goodall, hayatı boyunca doğanın direncini, insanın dönüştürücü gücünü ve umudun kalıcılığını hatırlattı. İşte ardında bıraktığı 4 hayat dersi…
Bazı insanlar, bir ömürleriyle dünyaya bir yol haritası çizer. Jane Goodall da onlardan biriydi. 91 yaşında hayata veda eden bu büyük doğa savunucusu, yalnızca şempanzelerin davranışlarını değil, insanlığın doğayla ilişkisini de yeniden tanımladı. Gombe’deki gözlemleriyle başlayan yolculuğu, gezegenin dört bir yanında umut ve eyleme dönüşen bir harekete ilham verdi. Davos’ta, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2024 toplantısında yaptığı konuşmada, gençlere dönüp şöyle demişti: “Her biriniz fark yaratabilirsiniz. Her birinizin bir rolü var.”
Goodall’ın yaşamından süzülen bu cümle, aslında insanlık için dört büyük dersi özetliyor: Hayalin gücü, doğa ile teknolojinin uyumu, tutkunun dönüştürücü etkisi ve doğanın kendi kendini iyileştirme mucizesi.
UMUDUN BİLGESİ
Jane Goodall'ın yaşamı, insanın doğayla yeniden barışma çağrısıyla geçti.
O, bilim insanıydı ama aynı zamanda bir hatırlatıcıydı: Doğa bizim dışımızda değil, biz doğanın bir parçasıyız.
Ve ardında şu cümleyi bıraktı:
“Doğa bize yeniden başlama şansı veriyor. Yeter ki biz de onu dinleyelim.”
Umut, eylemdir: Her birimiz bir fark yaratabiliriz
3 Nisan 1934’te İngiltere’nin başkenti Londra’da doğan Dame Jane Goodall, dünyanın en tanınmış primatolog, etolog (hayvan davranış bilimci) ve doğa koruma savunucularından biri. Goodall, 1960 yılında henüz 26 yaşındayken Tanzanya’daki Gombe Stream Ulusal Parkı’nda şempanzeleri gözlemlemeye başladı. Bilimsel eğitimi olmamasına rağmen, keskin gözlemleri ve sabrı sayesinde doğa biliminde devrim yarattı. Şempanzelerin alet kullanabildiğini, yani yalnızca insanların değil, hayvanların da “araç yapıcı” olduğunu, ilk kez o keşfetti. Şempanzelerin karmaşık sosyal yapılar kurduğunu, duygusal bağlar geliştirdiğini ve empati gösterebildiğini belgeledi. Bu bulgular, insan ile hayvan arasındaki “keskin ayrımı” sorgulatan yeni bir bilimsel paradigma başlattı. Goodall’ın Gombe’deki çalışmaları, National Geographic tarafından yayımlanan belgesellerle tüm dünyaya ulaştı ve onu küresel bir simgeye dönüştürdü.
Zamanla Goodall, bilimsel araştırmalarını bir adım öteye taşıyarak çevre koruma ve iklim eylemi savunuculuğuna yöneldi. 1977’de Jane Goodall Enstitüsü’nü kurdu. Bu kurum, Afrika’daki koruma projelerini desteklerken aynı zamanda gençleri çevre bilinciyle buluşturan eğitim programları yürüttü. 1991’de Roots & Shoots (Kökler ve Filizler) adlı gençlik programını başlattı. Bugün 60’tan fazla ülkede milyonlarca genci doğa ve toplum yararına harekete geçiriyor. 2002’de Birleşmiş Milletler Barış Elçisi olarak atandı ve hayatının sonuna kadar dünyanın dört bir yanında konuşmalar yaparak “eyleme dönüşen umut” mesajını yaydı.
Jane Goodall, kendini hiçbir zaman sadece bilim insanı olarak tanımlamadı. Onun için bilim, doğaya duyulan sevginin aracıydı. Sık sık şu sözüyle anılır: “Her birimiz bir fark yaratabiliriz. Her gün, ne tür bir fark yaratacağımıza biz karar veririz.”
1- Hayaller gerçek olabilir
- Jane Goodall’ın hikâyesi, bir çocuğun saf merakının nasıl dünyayı değiştirebileceğini gösteriyor. Televizyonun olmadığı bir dönemde, elindeki birkaç kitapla doğayı hayal ederek büyüyen bir kız çocuğuydu o. Edgar Rice Burroughs’un Tarzan of the Apes kitabını okuduğunda kendi yolculuğunu da seçmişti: “Afrika’ya gideceğim, vahşi hayvanlarla yaşayacağım ve onlar hakkında kitap yazacağım.” Bu sözleri söylediğinde herkes gülmüştü. “Paran yok, tehlikeli bir yer, hem sen sadece genç bir kızsın” demişlerdi ama annesi, bir cümleyle kaderini değiştirdi: “Gerçekten istiyorsan, çok çalış, fırsatları değerlendir ve asla vazgeçme.” Goodall da vazgeçmedi. Bilim dünyasında kadının sezgisiyle, gözlem gücüyle, sabrıyla yeni bir sayfa açtı.
2- Teknoloji ve gelenek birlikte yaşayabilir
- Goodall, modern dünyanın en büyük ikilemini erken fark edenlerden biriydi: Teknoloji mi, doğa mı?
O, “ikisinin de yeri var” diyordu. Uyduların ormanları izleyebilmesini, sensörlerin toprak nemini ölçebilmesini bir ilerleme olarak görüyor; ancak çözümün köklerinin geleneksel bilgiye, doğayla kurulan kadim ilişkiye dayandığını vurguluyordu. “İklim krizinin büyük kısmını çözmenin basit, kadim bir yolu var,” demişti Davos’ta: “Ormanları koruyun ve yeniden büyütün. Çünkü ağaçlar yalnızca karbon tutmaz, yaşamın sürekliliğini sağlar.”
Goodall için teknoloji, doğaya karşı değil, doğayla birlikte kullanıldığında anlam kazanıyordu.
3- Tutku, değişimin yakıtıdır
- İnsanlık büyük sorunlar karşısında sık sık umutsuzluğa kapılır. Goodall, bu umutsuzluğu eyleme dönüştürmenin yolunu buldu: Tutku.
1991’de kurduğu Roots & Shoots programı, gençlerin kendi topluluklarında çevre ve insanlık adına fark yaratabilecekleri bir alan sundu.
“Öğrenciler, kalplerine en yakın projeleri seçtiler” diyordu Goodall. “Kimi ormanları korudu, kimi sokak hayvanlarına sahip çıktı, kimi kız çocuklarının eğitimine destek oldu. Ve çoğu, yıllar sonra bile o tutkuyu sürdürüyor.”
Onun ana mesajı netti: “Her birey önemlidir. Her birey bir fark yaratabilir.” Goodall, insanlara yalnızca doğayı sevmeyi değil, sevginin sorumluluk getirdiğini de öğretti.
4- Doğa iyileşir. Yeter ki izin verelim
- Goodall’ın Gombe’deki gözlemleri kadar etkileyici olan bir diğer sahne, yıllar sonra geri döndüğünde gördüğü değişimdi.
Bir zamanlar yemyeşil olan tepeler, 1980’lerde çıplak kayalıklara dönmüştü. Ancak yerel halkla birlikte yürütülen koruma çalışmaları, o çıplak dağları yeniden yeşertti.
“Toprak boş kalmaz” diyordu Goodall, “Eğer biz doğaya biraz alan, biraz zaman verirsek, yeniden canlanır.” Tohumlar, kökler, rüzgârın taşıdığı bir yaprak… Hepsi doğanın direncinin kanıtıydı.
_______________________________________
Doğaya pozitif olmanın 5 yolu
STRATEJİSİNİN MERKEZİNE YERLEŞTİRİN
- Artık doğa “yan konu” değil, işin kendisi. Her şirketin, faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkisini anlaması ve karar alma süreçlerine entegre etmesi gerekiyor. Ürün geliştirmeden yatırım planlamasına kadar her adımda şu soru sorulmalı: “Bu karar, doğayı iyileştiriyor mu yoksa tüketiyor mu?” Doğayı merkeze alan stratejiler, şirketlerin uzun vadeli direncini ve marka değerini güçlendirir.
ÖLÇÜN, RAPORLAYIN, HESAP VERİN
- Ne ölçülürse, o yönetilir. Biyoçeşitlilik etkilerini ölçmek ve doğaya pozitif hedefler koymak artık finansal rapor kadar önemli. TNFD (Taskforce on Nature-related Financial Disclosures) ve yakında çıkacak ISO Biyoçeşitlilik Standardı, bu süreci kolaylaştıran küresel çerçeveler sunuyor. Şeffaf raporlama, yatırımcı güvenini ve paydaş desteğini artırır.
DOĞAL SERMAYEYE YATIRIM YAPIN
- Ormanlar, sulak alanlar, topraklar ve okyanuslar… Hepsi birer doğal sermaye varlığı. Bu ekosistemleri korumak, yeniden yeşertmek ve sürdürülebilir biçimde yönetmek, yalnızca çevre için değil, iş sürekliliği için de yatırım anlamına geliyor. Rejeneratif tarım, restorasyon projeleri, karbon yutak alanları ve döngüsel üretim modelleri bu dönüşümün yapı taşları olarak ön plana çıkıyor.
TEDARİK ZİNCİRİNİ DÖNÜŞTÜRÜN
Doğa kaybının büyük kısmı tedarik zincirlerinde gerçekleşiyor. Ham madde temininden lojistiğe kadar her aşamada doğa pozitif kriterlerin belirlenmesi gerekiyor. Sürdürülebilir üretim yapan tedarikçilerle çalışmak; su ve toprak yönetimi standartlarını gözetmek; atık ve karbon ayak izini azaltmak bunların başında geliyor. Tedarik zincirinde doğa pozitif dönüşüm, hem maliyetleri hem riskleri azaltıyor.
YENİLİĞİ VE İŞ BİRLİĞİNİ TEŞVİK EDİN
- "Doğa pozitif" dönüşüm, tek bir kurumun değil, tüm ekosistemin işi. Start-up’lardan finans kurumlarına, STK’lardan akademiye kadar herkesin katılımıyla yeni çözümler üretmek mümkün. Doğayı korumak artık yalnızca bir sorumluluk değil; inovasyonun, rekabetin ve büyümenin yeni sınırı. Unutmayın ki, “Net sıfır” gezegenin sıcaklığını korur, ama doğa pozitif bir ekonomi yaşamın devamını sağlar.
Ekonomik faaliyetlerin yarısı doğa ve biyolojik çeşitliliğe bağımlı
Dünyadaki ekonomik faaliyetlerin yaklaşık yüzde 50’si, yani 44 trilyon dolarlık küresel GSYH, doğa ve biyolojik çeşitliliğe bağımlı.
Ormanlar, okyanuslar, sulak alanlar ve topraklar yalnızca karbonu tutmakla kalmıyor; iklimi dengeleyen, suyu temizleyen ve gıdayı sağlayan hayati sistemler oluşturuyor. Biyoçeşitlilik kaybı, artık sadece çevresel bir sorun değil, tedarik zincirlerinden sigorta sistemlerine kadar tüm ekonomik yapıyı tehdit eden bir “iş riski”. Doğa kaybı arttıkça hammaddeler azalıyor, maliyetler yükseliyor, markaların itibarı zedeleniyor.
Doğayı korumak artık iş stratejisinin merkezinde olmalı. CEO’lar ve yönetim kurulları için biyoçeşitliliği stratejiye, raporlamaya ve yatırımlara entegre etmek, yalnızca etik değil; rekabet gücü, inovasyon ve dirençlilik açısından da zorunlu.
Doğaya pozitif yaklaşım, şirketlerin tıpkı “net sıfır” hedefi gibi ölçülebilir bir taahhüt üstlenmesini gerektiriyor: Tükettiğinden daha fazla doğal sermaye yaratmak, doğayı onarmak, tahribatı tersine çevirmek.
Uluslararası Standardizasyon Örgütü’nün (ISO) bu yıl Kigali’deki yıllık toplantısında gündeme alacağı yeni “biyoçeşitlilik standardı”, iş dünyası için dönüm noktası olabilir. Yeni standart, şirketleri doğa-pozitif dönüşümde ortak bir dil ve hedef etrafında birleştirmeyi amaçlıyor.
Sonuç açık: “Doğa pozitif” olmak, aynı zamanda “iş pozitif” olmaktır. Ekonomik başarı ile ekolojik sağlık artık birbirinden ayrı düşünülemez.