Eğer ciddi ve öğrenmek için okulda olan bir öğrenci, “Bunları kitaptan da öğrenirim. Derse gelmeye gerek yok” diyorsa o zaman dersin hocasında bir sorun var demektir.
Bir haber
Bir üniversite düşünün. Buraya başvuran yüz kişiden sadece üçünü kabul ediyor. Şimdi bu üç kişiden biri olan genci düşünün. Bu üç kişiden biri olabilmek için genç ne kadar çalışmış ve ne kadar ter dökmüştür. Bu kadar çalışmış çabalamış ve sonunda başararak üniversiteye girmiş. Ama bu kez de derslere girmiyor. Ya da fiziksel olarak sınıfa giriyor, ama derse aktif olarak katılmıyor. Öte yandan özgür düşünceyi temsil eden bir üniversitede öğrenciler fikirlerini açıklamaktan çekiniyorlar. Bu durum, belki dünyanın her tarafındaki eğitim kurumlarında görülen bir olgu. Sözünü ettiğim üniversite, Harvard Üniversitesi. Harvard Üniversitesi konuyu incelemek için geçen yılın başında yedi öğretim üyesinden oluşan bir komisyon (the Classroom Social Compact Committee) kurmuş. Bir yıl çalışan komisyon, raporunu (https://www.fas.harvard.edu/sites/g/files/omnuum716/files/2025-04/CSCC-FINAL_Adopted-03.04.25-FINAL-ua_0.pdf) bu yılın başında yayınlamış.
Öğretim üyelerinden gelen geribildirimlerle varılan sonuçlar raporda şöyle belirtilmiş: Lisans öğrencileri çok sık derse gelmiyorlar. Kendilerine ödev olarak verilen okumaları yapmadan derse geliyorlar. “Kolay” olarak ün kazanmış dersleri seçiyorlar. Öğrenciler atletizm, sosyal kulüp gibi ders dışı (extra-curricular activities) uğraşılara çok fazla zaman ayırabiliyorlar. Derse devam konusunda esneklik bekliyorlar. Yüksek not beklentileri var, ancak buna karşılık çabalarında düşüş var. Bazı öğretim üyeleri öğrencilerin negatif geri-dönüşümlerinden çekindikleri için yüksek not veriyorlar (Örneğin, lisans öğrencilerine %60 dolayında en yüksek not olan “A” veriyorlar.
Lisans öğrencilerinden gelen geri-bildirimlerden varılan sonuçlar şöyle:
Söylediklerine karşı çıkarlar diye öğrenciler sınıfta fikir belirtmekten çekinebiliyorlar. Yanlış cevap vererek mahcup olmaktan korktukları için sınıfta ses çıkarmayabiliyorlar. İyi not almak için cevaplarını öğretim üyesinin siyasal/ideolojik düşüncesine uygun biçimde yazabiliyorlar. Kendi düşüncelerine uygun dersleri seçebiliyorlar. Entelektüel meraktan çok, daha kolay not alabilecekleri, saatleri daha uygun olan dersleri seçebiliyorlar. Okulu, yeni bakış açıları kazandıracak bir yer olarak değil de mevcut siyasi görüşlerini rafine ederek destekleyecek bir fırsat olarak görebiliyorlar.
Lisansüstü (Master ve doktora) öğrencilerinin geri-bildirimi ile varılan sonuçlar da şöyle: Bilgili görünme baskısı ile sınıfta açıklatıcı sorular sormaktan çekiniyorlar. Öğretim üyeleri sınıfta bazen öyle bir atmosfer yaratıyorlar ki, açıklayıcı soru sorulmasını desteklemiyorlar. Sadece çok sofistike soruları bekliyorlar; öğrenciler de çekinip soru sormayabiliyorlar. Lisansüstü öğrenciler öğretim görevlisi olarak ders verdiklerinde öğrenciler aldıkları düşük notu ödevlerinin kalitesinden değil de öğretim görevlisinin önyargısına yoruyorlar. Öğretim görevlisi olarak görev yaparken düşük değerlendirme alırım endişesi ile öğrencilere samimi geri-bildirimde bulunamayabiliyorlar.
Bir yorum
Yukarda Amerika’dan aktardığım bu sorun ülkemiz dahil bir çok üniversitede rastlayacağımız cinsten. Onun için paylaştım. Buradan çıkaracağımız bazı sonuçlar şöyle: Bu sorun karşısında Harvard’ın takındığı tutum dikkate değer. Sorunu yok sayma yerine, ciddiyetle üstüne gitmiş. Öğretim üyelerinden oluşan komisyon da bir yıl çalışarak yüzlerce kişi ile görüşme ve 30 toplantı yaparak raporu ortaya çıkarmış. İşte onun için de Harvard.
Öğrencilerin derse devam konusu ise çok tartışılacak bir konudur. Önce şunu belirtmek gerekir ki, yüz yüze iletişim eğitimde vazgeçilmez bir yöntemdir. COVID sırasında zorunluluk nedeniyle bu iş uzaktan yapıldı. Ama artık fabrika ayarlarına dönmek gerekir.
Sınıftaki yüz yüze ders, eğitim paketinin bir parçasıdır ama vazgeçilmez, önemli bir parçasıdır. Ev ödevleri, projeler, sınıfta yapılacak uygulamalı çalışmalar ve benzeri aktiviteler bu paket içinde yer alır.
Eğer ciddi ve öğrenmek için okulda olan bir öğrenci, “Bunları kitaptan da öğrenirim. Derse gelmeye gerek yok” diyorsa o zaman dersin hocasında bir sorun var demektir. Çünkü hoca, kitapta olmayan şeyleri de anlatır derste. Herkes kaşık yapar, ama marifet sapını ortaya getirmektir. Her ders, bir bütünün parçası, bir modülüdür. Hoca, o modülün ana resimde nerede durduğunu, işin felsefesini, uygulamalı bilimlerde uygulamasını anlatmalı, teori ile pratik arasındaki köprüyü kurmalıdır.
Dijital bir dünyada yaşıyoruz. Cep telefonları ve diğer elektronik aygıtlar, dikkat hırsızlarıdır. Kişilerin zihninin yoğunlaşmasına, bir konuya derinlemesine girmesine engel olan çapkınlardır. Bunlara derste izin vermemek gerekir. Derslerimde ben izin vermezdim.”Neden ama Hocam?” diye itiraz eden olursa “Ben kıskanç adamım. Öğrencilerimin zihnini başka birisi ile paylaşamam. Bu derste bana aitsiniz” derdim.
Hocaların işi gittikçe zorlaşmaktadır. Evet, öğrenciler öğrenmek için sınıftadır. Ama hocanın da onun canını öldüresiye sıkmaya hakkı yoktur. Öğrenci sıkılıp “Durdu galiba bu meret” deyip saatini sallamamalıdır. Onun için bir hoca anlatımını çok iyi planlamalı, öğrencilerin de katılımını teşvik ederek akıcı biçimde yapmalıdır. Öğrenci dersi terk ederken “İyi ki gelmişim. Yeni şeyler öğrendim. Zaman da su gibi akmış” diyebilmedir.
Diğer taraftan daha hocasının düşüncelerini açıklamaktan çekindiği bir ülkede öğrencilerden düşüncelerini özgürce ifade etmelerini beklemek hayal olur.
Son olarak şu soruya cevap vermeli: Acaba bu gelişen teknoloji ve yapay zekâ varken üniversitelere, dolayısıyla hocalara ihtiyaç kalacak mı? Evet, üniversiteler ve eğitim bir transformasyon geçirecektir. Ama üniversiteler ve hocalar ayakta kalacaktır.