2000’li yıllarda Avrupa Birliği’nin aday ülkeler için yayınladığı yıllık “ilerleme raporları” Türk dış politikası açısından en çok beklenen unsurlardan biriydi. AB’nin yayınladığı rapor, bir sonraki yıl için “yol haritası” olarak görülür, yapılan öneriler sadece dış politikada değil, yargıdan tarıma, ekonomiden insan haklarına kadar, iç meselelerde yapılacak planlamalarda “öncelikli” kabul edilirdi. Ancak 2010’lı yıllara gelindiğinde hem Türkiye, hem de Avrupa Birliği değişmeye başladı. Genişlemenin Avrupa Birliği’nin küresel etkisini arttıracağı hesaplanırken, çok fazla yeni üyenin alınması bunun tam tersine yol açtı. Şimdilerde “aday üyeleri” insan hakları ya da yargının üstünlüğü konusunda eleştiren AB’nin, bizzat tam üyeleri bu konularda “batağa saplanmış” durumda. Aşırı sağın yükselişi, Macaristan gibi etkin bir ülkede Başbakan Orban’ın popülist sağ iktidarının uzaması, AB’yi yeni üyeler için “kriter” olarak koyduğu şartlardan bizzat kendisinin uzaklaşmasının önünü açtı. Türkiye’de ise, idari denge ve denetleme sisteminin dağıtılıp, tek elde toplanmasına giden süreç, ülkede hukukun üstünlüğünü de, ekonomiyi de, ifade özgürlüğünü de derinden yaraladı. Türkiye bugünlerde ekonomik kriz içinde, AİHM ya da Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan, ifade özgürlüğünde dünya sıralamasında en altlarda yer alan bir ülke.
“İLERLEME RAPORU” NEDEN “ÜLKE RAPORU” OLDU?
Türkiye’de AB’nin üyelik için koyduğu kriterlerde geriye gidiş o kadar hızlı ve dramatik oldu ki, AB yıllık yayınladığı raporların adını bile değiştirmek zorunda kaldı. Her alanda geriye gitmekte olan bir ülkede “ilerlemeden” bahsedilemeyeceği için, AB de raporların adını “ülke raporu” haline getirdi. AB’nin geçen hafta yayınladığı “ülke raporunda” da Türkiye için çizilen tablo pek umut verici değil. AB hala Türkiye’den “aday ülke” olarak bahsediyor ama raporda yer alan unsurlar, bu adaylığın “hiç bitmeyeceğini” gösterir nitelikte.
HERŞEY İÇ POLİTİK KAZANIM UĞRUNA…
AB’nin Türkiye raporunda tam 53 başlıkta bir yıl içinde “hiç ilerleme olmadığı” vurgulandı. Bu başlıklar arasında yargı bağımsızlığı, temel haklar, hukukun üstünlüğü gibi alanlar var. Türkiye’nin de üye olduğu Avrupa Konseyi’nin “Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ı serbest bırakın” kararları ortada öylece dururken, seçilmiş milletvekili Can Atalay AYM kararlarına rağmen hala hapiste tutulurken, Türkiye’de iktidar ortaklarının PKK elebaşı Öcalan’ı serbest bırakıp, bir de TBMM’de konuşturma yoluna girmeleri durumu özetliyor aslında. Yine AB raporunda Türkiye’de ifade özgürlüğü konusundaki sıkıntılar olabilecek en açık ifadelerle yer alırken, yine iktidar ittifakının “etki ajanlığı yasa tasarısını” TBMM’ye getirmesi de “asıl amacın farklı” olduğunu gösterir nitelikte. Belli ki iktidar cephesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yeniden seçilme şansı tanıyacak ve idarede denge-denetlemeyi ortadan kaldıran mevcut “Türk tipi başkanlık sistemini” konsolide edecek bir yol izlemeyi planlıyor. Bunun için PKK terör örgütünün elebaşı’nın serbest kalma isteği ve kişisel liderlik hırsları da bir “araç” olarak kullanılacak.
İLERLEME DE VAR AMA…
AB raporunda Türkiye’nin son bir yıllık dönemde bazı alanlarda küçük de olsa ilerlemeler yaşadığına da değinilmiş. 12 başlıkta, ki bu başlıklar genellikle ekonomi alanında, “sınırlı ilerlemeden”, 22 başlıkta “bazı ilerlemeler” olduğundan bahsediliyor raporda. 4 başlıktaki ilerlemeler “iyi” olarak nitelendiriliyor. İlerleme saptanan alanların pek çoğunun ekonomide olması ise, AB’nin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in izlediği programa “destek vermesi” olarak yorumlanabilir. “Nas ekonomisinde” Türkiye o kadar dibe vurmuş olmalı ki, şimdilerde ücretli ve dar gelirli kesim üzerinden yürütülen, devlet harcamalarında hiç “itibardan tasarruf” düşünülmeyen yeni ekonomik model bile AB’den “aferin” alma şansına ulaşmış. Raporda özel bir övgü de Dışişleri Bakanlığı çatısı altındaki AB Başkanlığı’na yapılmış; Başkanlığın bürokratik kadrosundan, özellikle de AB Başkanlığı İletişim Dairesinden övgü ile bahsediliyor. Belli ki AB bile farkında; Türkiye’yi AB üyelik kriterlerine taşıyabilecek insan gücü var. Ancak belli ki Ankara’da bu yönde bir niyet yok. Bir de şu var elbette; AB’nin içinde bulunduğu dağınıklık, ekonomik dev-stratejik cüce tanımını hak eden durumu göz önüne alındığında, “Türkiye neden üye olsun ki” sorusunu da sormak meşru elbette.