- Türkiye’de rezervlerin yalnızca miktarına değil, birikim biçimi ve kaynağına da bakılması gerek. Yüksek faiz-sabit kur kombinasyonu reel sektöre maliyet yüklerken üretim ve ihracat kapasitesini zayıflamakta.
Herkes gibi Çin’deki gelişmeleri izlemeye çabalıyorum. Çin’i farklı kılan, vasatı aşarak, oyun kurallarını belirleyecek aktörlerden biri konumuna getiren etkenleri kavramak istiyorum. Gözlediğim kadarıyla önemli etkenlerden biri, toplumun bütün katmanlarında “sorgulama ortam ve iklimi” yaratılmış olması. Bireylerin, kuruluşların ve kurumların “tek doğru benim bildiğim ve söylediğim” demelerini engelleyen “sorgulama mekanizmaları” işliyor. Çin Komünist Partisi gözetim-denetimindeki kamu alanları da, piyasa oluşumları da sorgulanarak “hata katsayısı” azaltılıyor.
Ülkemizde de öncelikle “entelektüel sermayeyi sorgulan mekanizmaları işletme” sorununun çok ivedi ve önemli sorunlarımızdan biri olduğunu düşünüyorum. Başka sivil inisiyatifler olmak üzere hepimizin entelektüel sermaye çıktılarının, eksik gördüklerimizi tamamlama, yanlış bildiklerimizin doğrularını söyleme, doğru olduklarına inandıklarımızı da onaylayarak güçlendirme sorumluluğumuz var.
Özge Öner’in uyarısını önemsemeliyiz
Özge Öner bizim insanımız. Bizim insanımız, ama sıradan biri değil. İsveç’te doktorasını yapan, başta akademik çalışmalar olmak üzere, katıldığı sosyal etkinlerle de maddi ve kültürel zenginlik üreterek insanların yaşamını kolaylaştırmak için değer üretmeyi yaşama anlam katmanın özüne yerleştirmiş biri. Cambridge Üniversitesi’ne transfer olarak, uluslararası eleklerin üstünde kaldığını kanıtlamış, ülkesiyle bağını hiç koparmamış bir yurttaşımız. OKSİJEN gazetesinin 240’ıncı sayısında “İyi rezerv, kötü rezerv” başlıklı yazısını okuyunca, TOBB, OSBÜK ve OSB yönetimleri başta olmak üzere, ülkemizde ekonomi konusunda söz söyleyen, yorum yapan, makale kaleme alan, açıklamada bulunan, doğrudan ve dolaylı derdini dile getiren herkesin bu yazıyı okuyarak düşündüklerini gerekçeleriyle paylaşmasının tam anlamıyla “yurttaşlık sorumluluğu ve kaliteli kalkınma yaratma alanı” olduğunu düşünüyorum.
Hiçbirimiz “korkaklığı”, “tedbirlilik” diye adlandırarak kendimizi avutmamalıyız.
Özge Öner’in yazısındaki saptamalara başta sorumlu örgüt yönetimleri olmak üzere herkes gerekçe üreterek sorgulamalı, topal karınca örneğinde olduğu gibi nerede durduğumuz açık-seçik ortaya konmalı.
Önerin analizinde ulaştığı sonuçlar şöyle:
1- Merkez Bankası rezervinde açıklanan 174 milyar dolar rekor, rekabet gücünü yitirmiş, düşük karlarda boğulmuş, ihracat pazarlarında gerileme yaşayan, iflaslar dalgalarıyla boğuşan üretim zinciri yaratılması pahasına sağlanmıştır.
2- “Rezervler yalnızca miktarıyla değil, nasıl biriktiği ve nasıl eridiğiyle anlam kazanır. Rezervleri yeniden doldurmanın maliyeti ortada. Yüksek faiz-sabit kur kombinasyonu ile sıcak para çekmek, bunun karşısında üretim ekonomisini boğmak. Bu politikanın faturasının sanayiciye daralan kâr marjı, ihracatçının rekabet gücü kaybı, hane halkına ise işsizlik, artan borçlanma maliyeti ve satın alma gücü erozyonu olarak yansımaktadır”.
3- “İyi rezerv birikimi cari fazla vererek, ihracatı artırarak, üretimi ve teknolojiyi geliştirerek, yerli ve sürdürülebilir kaynaklardan yapılan birikimdir. Kötü rezerv birikimi ise içerde üretimi kısmak pahasına dışardan sıcak para çekmek, kısa vadeli sermayeye bağımlı hale gelmek, finansal vitrin uğruna reel sektörü ve toplumu kemirmektir. Birincisi uzun vadeli güç kazandırır; ikincisi ise ilk türbülansta buhar olur. Bugünkü rezerv iştahı, ne yazık ki ikinci kategoriye daha yakın”
4- Daha önce yaşanan 2001 krizinde, ihracat politikası iki sağlam sütuna oturmuştu: Rekabetçi kur ve düşük reel faiz. Bu iki etken 2001-2008 arasında ihracat/ GSYH oranının istikrarlı biçimde artmasını sağladı. Sanayici kapasite artırıcı yatırımlar yaptı; küresel pazarda fiyat avantajı kazandı. İthalat kompozisyonu ağırlıklı olarak ara malı yatırım mallarından oluşuyordu; dış ticaret açığı verse bile önemli bölümü gelecekte geri dönebilecek kapasite oluşumuna gidiyordu. Bu model ihracatçıya öngörülebilir bir kur ve finansman ortamı sunuyordu, yerli üretimi küresel rekabette konumlanacak bir stratejik zemin yaratıyordu. Bugün, yüksek faiz- düşük kur politikası ithalatı cazip hale getirmektedir. Yerli üreticiyi köşeye sıkıştırmaktadır. İthalatın yapısı bozularak, teknoloji transferi sağlayacak yatırımlar mallarından çok, hızlı tüketim mallarını öne çıkarmaktadır. İhracatçının eline geçen TL enerji ve hammadde maliyetlerini karşılamamaktadır. Kur baskısı nedeniyle döviz kazancı hızla erimektedir. İhracatın uluslararası pazardaki rekabet gücü zayıflamaktadır. İthalat bağımlı üretim süreçleri daha da maliyetli hale gelmektedir. Rezervleri beslemek için uygulanan para politikası doğrudan reel sektörü boğan yan etkiler yaratmaktadır.
5- İhracatçıların “bize özel kur” uygulaması talebi, rekabet güçlerinin bittiğinin işareti. ”Bu durum, ekonomik göstergelerdeki vitrin başarısı ile reel ekonomideki sessiz erezyon arasındaki uçurumu büyütüyor.”
Rezervleri buharlaştırmamak için
6- Geçmişte 1994 ve 2001 krizlerinde de benzer durumlar vardı, ancak “ Üretim kapasitesini kalıcı biçimde güçlendirecek sanayi ve teknoloji yatırımları yapılmadığı için ilk dalgalanmalarda rezervler buhar oldu. Krizin faturası bir gecede yüzde 400’ler bulan faizlerle, kur patlamasıyla ve sanayide zincirleme iflaslarla kesildi.”
7- “Kimi açıklamalara göre risk daha yüksek. 1990’larda ve 2000’lerin başında Türkiye küresel likiditenin bol olduğu bir dönemde kriz yaşadı. Bugün ise dünya daha sert bir faiz ortamında, sermaye akımlarının daha seçici olduğu, jeopolik risklerin çok daha yüksek seyrettiği bir evredeyiz. Rezerv artışının kaynağı yine kısa vadeli portföy yatırımları akımları, yüksek faiz-sabit kur kombinasyonu ve ithalat lehine bozulan ihracat dengesi. Bu durum hem reel sektörü hem de hane halkını görünmez ama sürekli bir maliyetle karşı karşıya bırakıyor.”
8- Özetle,” Rezerv tablosu tek başına bakıldığında ‘krizlere karşı çelik gibi bir kalkan’ izlenimi yaratsa da, rakamların estetiği onları üretin sürecin hoyratlığını örtemez. Bu politikaları ‘makro istikrar’ hikâyesi diye pazarlamak, mikro ölçekteki yaşanan yıkımı görünmez kılar zannediliyorsa yanılıyorlar. Biliyorsunuz ben buna ‘ makro iktisadi fetiş’ diyorum.”
9- “İyi rezerv ile kötü rezerv arasındaki fark, miktarda değil, kaynağın doğasında yatar. İyi rezerv cari fazladan, kalıcı ihracat kapasitesinden, yüksek katma değerli üretimden, teknoloji transferi sağlayan yatırımlardan doğar. Kötü rezerv ise kısa vadeli sıcak para, yüksek faiz arbitrajı, baskılandırılmış kur politikası ve reel sektörün sırtına yüklenen maliyetlerle beslenir. Bugünkü artışın hangi kategoriye düştüğü sadece teknik bir bilanço sorusu değil, doğrudan ülkenin nasıl bir kalkınma anlayışıyla yönetildiğini – ya da yönetilmediğini – ifşa eden politik bir sorundur”
Özge Öner’in analizine katılıyorum. Katıldığımı da daha önce yazdığım çok sayıdaki yazıda “makro iktisadı fetişi” aşmanın gerekçelerini açıklayarak kanıtladım. Eğer bu analizler karşısında “kulakları sağır eden sessizliği korursak, tarih bizim için yanlışın yoldaşları” notunu düşecektir.