"Spekülatif bir piyasada önemli olan analizler değil, hayal gücüdür."
-Benjamin Graham
200 milyondan fazla içerik üreticisi olduğu biliniyor. Bu nedenle içerik artık her yerde. Her gün milyarlarca gönderi, video ve podcast akışlarımıza düşüyor. Yapay zekâ, "uzmanlık" üretmeyi zahmetsiz hale getirdi. Bu da daha az özgünlük ve daha fazla ses anlamına geliyor. İyi pazarlanan vasatlık, gerçek sesleri bastırabiliyor. Gerçek uzmanlar için zorluk daha fazla ses yaratmak değil, fark yaratacak kadar güçlü bir sinyal yaratmak şeklinde tanımlanabilir. Yapay zekânın kol gezdiği yerlerde kendinizi ve yatırım stratejiğinizi nasıl konumlandırırsınız?
"Sezgi, kaçınılmaz olarak yanılabilir olsa da genellikle daha güvenilir, çok daha hızlı ve bilinçli olarak farkında bile olmayabileceğimiz faktörler de dahil olmak üzere, açık akıl yürütmeden çok daha fazla faktörü hesaba katabilen bir şey gibi görünüyor."
-Iain McGilchrist, The Matter With Things
Yaratıcı olmanın özünde, fiziksel ve zihinsel dünyanın unsurlarını yeni şekillerde birleştirmek ya da McGilchrist'in dediği gibi:
"Tanıdık fikirlerin alışılmadık kombinasyonlarını yapmak; yaratıcılık özetle budur..."
-Iain McGilchrist, The Matter With Things
20. yüzyıl psikoloğu Carl Rogers’ın, çok önemli ancak hak ettiği değeri görmeyen bir düşünür olduğu kanaatindeyiz. Bireylerin doğası gereği becerikli, özerk ve doğru araçlara sahip olarak olumlu bir öz dönüşümü tetikleyebilecekleri fikrine dayanan kişi merkezli terapi yaklaşımını formüle etti. Rogers'ın bazı derin içgörüleri vardı. Rogers, "Gerçekleştirme eğilimi" olarak adlandırdığı şeyin öz kabul pratiğinin ve öz güven geliştirmenin öz değişim sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünüyordu.
Rogers'ın iyimserliği, hepimizde ve aslında tüm canlı organizmalarda potansiyellerimizi gerçekleştirmemizi ve daha eksiksiz bir gelişime doğru ilerlememizi sağlayan içgüdüsel ve amaçlı bir güç veya düzenleyici ilke olduğuna olan inancından kaynaklanıyordu. Rogers bu inancı benimseyen tek kişi değildi; zira 19. ve 20. yüzyıllarda çok çeşitli alanlardan sayısız düşünür benzer bir ilkenin varlığını öne sürmüştü. Örneğin Alfred Adler, "vücut dediğimiz her şeyin bütünleşme çabası gösterdiğinden artık şüphe edilemez" diye yazmıştı. (Alfred Adler, Social Interest). Nobel ödüllü biyolog Albert Szent-Györgyi, "canlı maddede kendini mükemmelleştirme yönünde doğuştan gelen bir 'dürtü' olduğunu varsaymadan" biyolojik gelişimin gizemlerini kavramanın mümkün olmadığını savundu. Friedrich Nietzsche, kişiliğin uyumsuz unsurlarını "uyumlu bir bütünlük" haline getirme işlevine sahip, ruhta bir "düzenleyici fikir"in varlığını öne sürmüştü.
Daha bütünleşik bir zekâ nasıl görünür? İlginçtir ki bu modern geçişi anlamakta antik Taoizm yardımcı olabiliyor. Bilincimizi zekâyla değil, daha fazla bütünleşmeyle ilerletiriz. Tao, kelimenin tam anlamıyla "yol" olarak çevrilir. Bir dereceye kadar etki etme gücüne işaret eder. Yolun, sevdiğimiz şeyin peşinden koşmak yani sol yarım küreyi kullanarak farklılaşma ve sevginin hizmetinde olmak diğer bir deyişle sağ yarım küreyi kullanarak bütünleşme olduğunu belirtebiliriz. Tao, bütünleşme ve karmaşıklığın yolu olarak tanımlanır. Bu, neredeyse paradoksal bir "denememeye çalışma" hissi yaratır. Tao ile başarılı bir şekilde uyum sağlamak, zahmetsiz eylem veya "wu-wei" getirir.
"Gerçek bilgi, bilgeliğin gerçek amacı olarak her zaman Öz'ü aramaktır. Başka bir şey aramak cehalettir."
-Bhagavad Gita
"Düşüncelerinin ve duygularının ardında, kardeşim, kudretli bir komutan, bilinmeyen bir bilge adam var- ona Öz denir."
-Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt
Günümüz dünyasını anlamak için bazı temel anahtarlar var: Bunların arasında karmaşıklık bilimi, McGilchrist'in yarım küre teorisi ve Taoizm ayrı bir yer tutar.
Karmaşıklık bilimi, evrenin giderek artan bir karmaşıklık durumuna doğru evrildiğini savunur. Bir sistem ne kadar entegre olursa, o kadar bilinçli hale gelir. Bir atom kendi kendine yeten bir bütündür yani bir holon, bir hücre ise bir dizi atomdur ve biz de bir dizi hücreyiz. Bilincimizi veya belki de bilinci "alma" kapasitemizi geliştiren yüksek düzeyde bir entegrasyonu temsil ediyoruz. Bir sistemin farklı parçaları ne kadar birbirine bağlıysa, sistem o kadar bilinçli hale gelir.
Özellikle yurt dışı piyasalar bir dizi rekor seviyenin ardından nihayet biraz durulmuş gibi gözüküyor. Küresel piyasalar ve özellikle ABD borsaları için Nisan’dan bu yana devam eden olumlu görüşümüzü korumakla beraber risk/getiri dengesinin çok cazip olmadığını da düşünmeye devam ediyoruz.
Yılbaşından bu yana geçerli olan yatırım temalarından biri de yapay zekâ olarak karşımıza çıktı. Bu konuda piyasa gündemine yavaş yavaş bazı soru işaretlerinin geldiğini gözlemliyoruz. Mesela bunlardan biri, Nvidia'nın OpenAI ile yaptığı 100 milyar dolarlık anlaşmayla ilgili yanıtlar kadar soru işareti de barındıran bir durum oluşması. Ayrıca planlanan veri merkezinin zamanlaması ve bunun yeterli elektrik şebekesi kapasitesine erişip erişemeyeceği de soru işaretlerine sebep oluyor. Küresel çapta kendi kendine yeterlilik baskısı nedeniyle, teknoloji sektöründeki alfa getirisi artık yalnızca Silikon Vadisi'nden gelmeyebilir. Çin'in teknoloji şirketlerinin NVIDIA'nın yapay zekâ çiplerini kullanmasını yasaklaması sıradan bir ticaret anlaşmazlığı değil. Bu durumu, yatırımcıların teknoloji konusunda nasıl düşünmeye başlamaları gerektiğini yeniden şekillendiren temel bir değişimin kanıtı olarak görüyoruz. ABD ticaret savaşlarında tarifelerinin çipleri ve patentleri silah olarak kullanması neticesinde, ülkeler ve bölgeler yeni teknolojik ekosistemler kuruyor. Bu, "basit" bir Çin-ABD çip savaşından daha büyük bir küresel değişim ve onlarca yıllık yatırım anlayışını altüst ediyor. Küresel teknoloji portföylerinin yüzde 80'i ABD odaklıydı çünkü model basitti: inovasyon Silikon Vadisi'nde, üretim Asya'da ve satışlar ise dünya çapında gerçekleşiyordu. Kalan yüzde 20 ise ya ABD teknoloji ekosistemini destekliyor ya da ABD modellerini başka yerlerde kopyalıyordu. Bu yoğunlaşma mantıklıydı. ABD'nin risk sermayesi ve araştırma yetenekleri eşsizdi ve düzenleyici istikrar, yatırımcıların uzun vadeli inovasyonu siyasi risk almadan destekleyebileceği anlamına geliyordu. Intel, Microsoft veya Apple tasarım değişiklikleri yaptığında, Çinli bileşen üreticileri ve Avrupalı yarı iletken şirketleri bunun etkilerini anında hissetti.
Bu sefer neden farklı olabilir? Bugünün Çin'i, NVIDIA yasağını uygulamak için gereken temel unsurlara sahip. Dünyadaki yapay zekâ araştırma bilim insanlarının yarısından fazlası artık Çinli ve Çin'in bugün ABD'nin iki katı lise mezunu ürettiği düşünüldüğünde, bu sayının artması muhtemel. Bu arada, Hindistan'ın dört katı kadar lise mezunu var. Çin, Japonya ve Avrupa'ya uygulanan teknoloji tarifelerinin silah olarak kullanılması veya Hindistan'ın teknoloji hizmetlerini orantısız bir şekilde etkileyen önerilen 100 bin ABD doları tutarındaki H1B vize ücretleri, daha önce istikrarlı olan ilişkileri ve teknoloji statükosunu bozarken, aynı zamanda ülkelerin teknoloji egemenliğine yönelik çabalarını da hızlandıracak. Hindistan, tüketici odaklı ekonomisine hizmet edecek bir yerel e-ticaret sektörü inşa ederken, dünyanın BT dış kaynak kullanımı merkezi olmaktan çıkıp fintech alanında inovasyona yöneldi. Japonya ise robotik alanındaki hakimiyetini sürdürüyor. Biyoteknoloji ve akıllı saatler veya akıllı gözlükler gibi giyilebilir teknoloji alanlarında Avrupa'nın liderliği devam ediyor. Avrupa, ABD ve Çin arasındaki ticaret gerilimlerinde daha tarafsız bir konuma sahip olduğundan, hassas aletlerine olan talepten kâr elde edebilir ve her iki taraftan da rekabetçi fiyatlı, gümrüksüz elektrikli otomobiller, akıllı telefonlar ve robotik ürünler için nihai pazar görevi görebilir.
Başka bir konu ise FED Başkanı Powell'ın iş gücü piyasasına yönelik biraz daha temkinli tavrıydı. Powell'ın ekonomik görünüme ilişkin önceden hazırlanmış açıklamaları, geçen hafta FOMC sonrası yaptığı açıklamaları büyük ölçüde yansıtıyordu. Başkan, enflasyon ve iş gücü piyasasındaki "çift taraflı risklerin, risksiz bir yol olmadığı" anlamına geldiğini söyledi ve yaklaşan toplantılar için kesin bir faiz indirimi sinyali vermekten kaçındı fakat bundan bağımsız, gelecek hafta olası bir ABD hükümet kapanışına dair endişeler de arttı. Bu şu an pek gündeminde olmasa da bizce önemli bir konu ve gelişmeleri yakından takip etmek gerekiyor.
Daha geniş bir perspektiften baktığımızda, Batı dünyası ve Japonya genelindeki ülkeler şu an için aşırı borçlu bir durumda. Teoride, borçlarından büyüyerek kurtulabilirler veya mali açıklarını kontrol altına alabilirler ancak daha zengin ülkelerin son dönemdeki büyüme performansı pek iyi değil ve Fransa Başbakanı François Bayrou'nun düşüşünün de gösterdiği gibi, kamuoyunda kemer sıkma isteği yok. Enflasyonla mücadele taahhütlerinin gücü, merkez bankası bağımsızlığı ile yakından ilgili bir konu. Merkez bankacıları genellikle enflasyon hedeflerini tutturamadıkları için işten atılmazlar. FED Başkanı Powell'ın da öğrendiği gibi, para politikasını sıkı tutmak daha büyük bir kariyer riski oluşturur. ABD Merkez Bankası yürütmeden kavramsal olarak bağımsız olsa da Başkan Donald Trump’ın etkisi artıyor ve daha da artacak gibi duruyor.
Trump, daha önceki bazı ABD başkanlarının izlediği bir yol izliyor. Başkanlar Lyndon Johnson ve Richard Nixon, üst düzey merkez bankacılarına politikayı gevşetmeleri için baskı yaptılar. Hatta tartışmalı bir toplantıda, LBJ'nin, o dönemki FED Başkanı William McChesney Martin'i köşeye sıkıştırdığı söyleniyor. Martin'in halefi Arthur Burns ise Nixon'a karşı koyamadı ve farkında olmadan 1970'lerin “Büyük Enflasyonu”nu başlattı.
Bu günkü durumda iş gücü piyasasının, faiz oranlarına duyarlı konut piyasasıyla birlikte, ABD’deki zayıflığın temel kaynağı olduğu ancak ABD ekonomisinin geri kalanının hala daha iyi performans gösterdiği görülüyor. Atlanta GDP Now’un GSYİH tahmini 3. çeyrek için yüzde 3,3 olarak şekillendi. Ayrıca, iş gücü piyasasının ileride iyileşeceği de makul bir beklenti olmakla birlikte, tabii ki hiçbir şekilde garanti değil. Bunun nedeni, iş gücü piyasası zayıflığının bir kısmının, tarifelerden etkilenen endüstrilerin zayıf bir iş tablosu gördüğüne dair bazı kanıtlar göz önüne alındığında, Nisan ayı başındaki büyük ABD tarifelerinin ilk etkisinden kaynaklanıyor olması olabilir. Burada toptan ticaret, ulaştırma ve depolama gibi sektörlerdeki işlerde bir miktar zayıflık görüldü ve tarifelerdeki belirsizlik azaldıkça bu ilk ticaret şoku zamanla azalabilir. Dahası, iş gücü piyasası zayıflığının bir kısmı, 2024'te olduğu gibi mevsimsel etkiler tarafından abartılmış olabilir. NFP için mevsimsel etkiler bundan sonra da iyileşecek gibi gözüküyor. Yine de FED'in iş gücü piyasasının bundan sonraki yönünü anlaması ve belirlemesi biraz zaman alacak ve bu da şimdilik kademeli faiz indirimlerinin yıl sonuna kadar devam etmesinin muhtemel olduğunu gösteriyor fakat FED kendini tekrar hızlanan ekonomi ve yapışkan kalan bir enflasyon içinde kendini faiz indirirken bulabilir ve bu durum ister istemez FED’in bağımsızlığının daha da fazla sorgulanmasını beraberinde getirebilir.
Piyasa yatırım stratejilerine baktığımızda altın, yılbaşından bu yana yüzde 40 civarı değer kazandı ve otuz yılı aşkın süredir en güçlü yıllık performansına doğru ilerliyor. Beklentimiz, önümüzdeki birkaç yıl içinde ons başına 4.000 dolara ve ons başına 5.000 dolara ulaşması yönünde. Altının yükselişi, bir dizi faktörün bir araya gelmesiyle destekleniyor: devam eden enflasyon, para politikasının ataleti ve Başkan Donald Trump'ın ticaretteki milliyetçiliği ve FED'in bağımsızlığına yönelik saldırılarının istikrarsızlaştırıcı etkileri bu duruma örnek gösterilebilir. Son birkaç senedir olduğu gibi altın favori varlıklarından biri olmaya devam ediyor. Tüm bunlar yaşanırken, mevcut koşullar enflasyonist olmaya devam ediyor. Maliye politikası genişlemeci olmaya devam ediyor ve ileriye dönük koşullar, enflasyonun yakın zamanda düşmeyeceğini gösteriyor. Bu, temel bir ikileme işaret ediyor. Borsalar, FED'in faiz oranlarını daha da düşürebileceğini düşündüren bu gelişmelere odaklanmış olsa da aynı zamanda önemli riskler de barındırıyor. Örneğin, son açıklamalara göre ABD, fiili gümrük vergilerini yaklaşık yüzde 5 oranında artırabilir ve bu durum enflasyon için yukarı yönlü, büyüme için ise aşağı yönlü risk oluşturabilir ancak son gümrük vergisi duyuruları, kesin bir anlaşmaya varmaktan henüz çok uzak olduğunu gösteriyor. Bu arada hem Almanya hem de Çin büyüme odaklı politikalara doğru adımlar atıyor. Düzenlenen, "Almanya İçin" zirvesinde, Almanya'nın büyümesini desteklemeye odaklanan yaklaşık 100 milyar euro’luk yeni yatırım açıklandı.
Küresel devlet tahvili piyasalarında yavaş hareket eden bir risk var ve hisse senedi yatırımcıları bunu görmezden gelmeye devam ediyor ancak bunun büyük bir risk olduğunu düşünüyoruz. Kısa vadede faiz oranlarının ve doların düşmesini, kıymetli metallerin ve hisse senedi fiyatlarının ise yükselmesini bekliyoruz. Bu nedenle, ABD de dahil olmak üzere küresel hisse senedi piyasalarına ilişkin görünümümüz olumlu kalsa da risk/getiri dengesinin cazip olmadığına inanıyoruz.
Görüşümüze göre, enflasyon beklentilerinin birkaç ay içinde yükselmesi muhtemel ve bu durum, özellikle FED'in bağımsızlığının sorgulandığı bir ortamda, uzun vadeli faiz oranlarında keskin bir artışa yol açabilir. Bu, küresel piyasalar için gördüğümüz en önemli risk olarak karşımıza çıkıyor.
İç gelişmeler açısından baktığımızda, Para Politikası Kurulu (PPK), gecelik borç verme ve borçlanma oranlarındaki değişikliklere kıyasla politika faizini beklenen 250 baz puanlık indirimle yüzde 40,5'e düşürdü. Yaklaşık bir ay öncesine kadar genel kanı 300 baz puanlık bir indirim olur yönündeydi ancak bu indirim, açıklanan enflasyon, iç dinamiklerde yaşanan durumun da etkisiyle aşağı yönlü revize edildi. Açıklamanın içeriği açısından önemli bir değişiklik, "ara hedeflere" ilişkin açık bir taahhüdün eklenmesi oldu. Ayrıca, TL'nin reel değer kazanmasının, enflasyonu düşürücü bir mekanizma olarak açıkça belirtilmesi de kaldırıldı. Türk lirası cinsinden varlıklara temkinli bir şekilde olumlu bakmaya devam ediyoruz. Daha önce de öngördüğümüz gibi, Eylül ayında piyasaların bir miktar baskı altında kaldığını gördük. İç ve dış siyasete ilişkin haber akışları, piyasalar için önemli olmaya devam edecek diye düşünüyoruz.
İlham kelimesinin İngilizcesi “inspiration” ve Latince’deki inspirare, yani nefes almak kelimesinden geliyor ve burada, kelimenin özellikle piyasalar için doğru olduğunu hissediyoruz. Her gün gelen ve çoğu zaman birbiriyle de çelişen haber akışını görüp acele etmek hatta panik ile hareket etmek yerine, soğukkanlı davranıp derin bir nefes almak daha iyi olabilir diye düşünüyoruz.